Yıl boyu çalıştığımız kitapları gözden geçirmeye, iyi bulduklarımızı paylaşmaya, birbirimizin çalışmalarından, basılan, basılmak üzere olan kitaplardan haberdar olmamıza vesile olan soruşturmamıza 2024 yılında da devam ettik.
Bu yıl da yine yayıncılardan, editörlerden ve çevirmenlerden, 2024'te çevirdikleri, yayıma hazırladıkları ya da yayın programına seçtikleri kitaplar arasında en önemli bulduklarını, onları en etkileyen veya onlara en iyi gelen kitabı anlatmalarını istedik. Katılan herkese çok teşekkür ederiz.
Önceki soruşturmalarımıza buradan ulaşabilirsiniz:
2022
2023
İyi yıllar!
Armağan Tuna • Asuman Kılıçaslan • Ayşe Başcı • Aysun Babacan • Aytek Sever
Elvan Özkaya • Eren Yücesan Cendey • Kardelen Damla Başaran
Armağan Tuna
Düşlerimizdeki Evren
Erin Entrada Kelly
•
çeviren Armağan Tuna resimleyen Celia Krampien
Kronik Çocuk
Yayıncılık sektöründeki onuncu yılımdayım. Bu süreçte pek çok departmanda çalıştım, birbirinden özel kitapların hazırlanmasına katkıda bulundum. Ancak hiçbir kitap beni Erin Entrada Kelly’nin kaleme aldığı Düşlerimizdeki Evren kadar derinden etkilemedi. Newbery Madalyası’nı kazanan Kelly’nin, bu eseriyle Newbery Onur Ödülü’ne layık görülmesi de elbette bir tesadüf değil. Çevirisini üstlenmekten büyük gurur duyduğum bu kitabın her yaştan okurla buluşmasını canı gönülden diliyorum.
Kelly, bizi 1986 yılına götürüyor ve Thomas ailesinin üç çocuğunun ağzından anlatılan, zamanın ötesine uzanan bir hikâye sunuyor. Ailesi ve arkadaşları tarafından yeterince anlaşılmadığını hisseden, NASA’nın ilk kadın uzay mekiği komutanı olmayı hayal eden Bird… Kızgınlığının kaynağını bilmeden insanları kıran ve ardından bu yaraları onarmaya çalışan Fitch… Ve hayatında başarılı olduğu bir şeyler bulmaya çalışırken, üçüncü kez aynı sınıfta kalmamak için çabalayan Cash… Her biri benzersiz, her biri hayatın başka bir yüzünü yansıtan bu üç kardeşin hikâyesi, “çocuk kitabı” tanımını aşarak tüm yaş gruplarına hitap ediyor.
Hikâyenin odağında ise Challenger Uzay Mekiği’nin fırlatılışı yer alıyor; dünyanın heyecan ve merakla beklediği, ama trajediyle sonuçlanan o unutulmaz an… Kitap, 1 Ocak’tan 28 Ocak 1986’ya kadar, geri sayım atmosferiyle ilerliyor. Bu kısacık zaman diliminde aile ilişkileri, kardeşlik bağları, ergenlik sancıları ve bir yere ait olma arayışı çocukların gözünden etkileyici bir şekilde aktarılıyor. Hayal kurmanın, bu hayaller için mücadele etmenin, hayal kırıklıklarına rağmen yeniden ayağa kalkmanın gücü sıcacık bir dille anlatılmış.
Beni en çok etkileyen unsurlardan biri, kurgu ve gerçeğin ustalıkla harmanlanmış olması. Kitap, bir yandan yetişkin kitaplarına özgü derin sorular sorduruyor: Aile ne demektir? Aileyi bir arada tutan şey nedir? Aile olmak belli kalıplara mı dayanır? Ailemizle ilişkimiz, hayatımızı nasıl şekillendirir?
Ayrıca, 1980’lerde iş hayatında yer alan bir annenin tasvir edilmesi ve STEM dünyasında kadınların var olma mücadelesine değinilmesi de kitabı daha anlamlı kılıyor. O yıllardan bu yana çok şey değişmiş gibi görünse de hâlâ benzer sorunlarla mücadele ettiğimizi görmek, okuyucuyu derin bir sorgulamaya davet ediyor.
Kitabın en etkileyici yönlerinden biri de işlediği konuları parmak sallamadan, yargılamadan ve üç farklı çocuğun perspektifiyle aktarması. Bu samimiyet, okurların hikâyeyle bağ kurmasını ve kendi deneyimlerini sorgulamasını kolaylaştırıyor.
Son olarak, kitabın sonunda Challenger kazasında hayatını kaybedenlere yer verilmesi beni derinden etkiledi. Bu yazıyı, o trajik olayda yaşamını yitirenlerden biri olan Christa McAuliffe’in sözleriyle tamamlamak istiyorum:
Düş kurmak zorundasın. Hepimiz düş kurmak zorundayız.
Asuman Kılıçaslan
Teknoloji Toplumu
Jacques Ellul
•
çeviren Musa Ceylan
Paradigma Yayınları'ndan çıkacak
Fransız filozof Jacques Ellul, daha önce Sözün Düşüşü başlıklı eserini yayımladığımız ve kitaplarını dilimize kazandırmak için büyük heyecan duyduğumuz bir isimdi. Muhtemeldir ki eserlerine göz atmış, Ellul’den öyle ya da böyle haberdar olmuş herhangi bir okurun onu unutması kolay değildir; fikirlerine katılsa da katılmasa da. Bizi de Ellul külliyatına dair en heyecanlandıran noktalardan biri buydu.
Teknoloji Toplumu, Ellul’ün en önemli ve belki en çok tartışılan eserlerinden biri. Cesur Yeni Dünya’nın yazarı Aldous Huxley, eserin İngilizceye çevrilmesinde önemli rol oynuyor ve kitabı teknolojiye dair çağdaş eserler arasında özel bir yere koyuyor. Kitap, teknolojik sistemlerin toplum üzerinde yarattığı değişimleri, barındırdığı tehlikeleri kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Jacques Ellul “teknik” dediği devasa gücün nötr olmadığını, insan kontrolünü aştığını, kendi mantığını dayatarak birey ve toplum üzerinde derin etkiler bıraktığını ileri sürüyor ve uygarlığımıza dair güçlü bir sosyal felsefe formüle ediyor. Sayfaları çevirdikçe, yayımlandığı zaman belki kehanet niteliği taşıyan görüşlerinin bugün çokça karşılık bulduğunu görüyoruz. Öyle ki hazırlık sürecinde metni okurken, 1954’te değil de geçen sene yazılmış bir eseri inceliyormuş gibi hissettiğim bölümler hatırlıyorum, zira bugün Ellul’un uyardığı dünyaya dalmış vaziyetteyiz.
Alanında bir klasik olan ve kendisinden sonra gelen çalışmalara zemin hazırlayan Teknoloji Toplumu, günümüz teknolojik gelişmelerini anlama ve insanı anlamlandırma niyetindeki herkes için klişelerden uzak bir içerik sunuyor. İlk defa 2003 yılında Türkçeye çevrilen bu önemli kitabı, gözden geçirilmiş çevirisiyle okurlara sunmaktan dolayı çok mutluyuz. Jacques Ellul’ün dilimizde ilk defa yayımlanacak olan Propaganda: The Formation of Men's Attitudes ve The Technological System başlıklı diğer iki kıymetli kitabının da hazırlık aşamasında olduğunu duyurmuş olalım.
Atlas Publishing Lab’e destekleri için özellikle teşekkürler.
Okuru bol olsun!
Ayşe Başcı
Kendini Kaybetme Sanatı
Jules Evans
•
çeviren Ayşe Başcı
Nous Kitap'tan çıkacak
Küçük dünyamda uzun süreli bir boşluk, bir vakum etkisi yarattığım 2023 yılının ardından 2024’te hem çeviri hem de yazı faaliyetlerime daha fazla odaklanmayı başardım. Tasarladığım telif kitap henüz emekleme aşamasında ama çeviri konusunda çok daha hızlı yol alabildim.
Henüz yayımlanmamış 2024 çevirilerim arasında özellikle Jules Evans’ın Kendini Kaybetme Sanatı adlı kitabı, insan ruhunun “kontrol edilemeyen”, hatta çoğunlukla “tu kaka” olarak görülen taraflarını ele alması açısından çok ilginç. Felsefeci-yazar Evans’ın Hayat için Felsefe kitabı 2023 yılında Özge Çelik çevirisiyle Koridor Yayınları’ndan çıkmıştı. Kendini Kaybetme Sanatı bu anlamda bir devam kitabı değil, fakat Evans’ın akıcı, ilgi çekici, âdeta kelimelerin yüklerini hafifletici üslubu bu kitapta da sürüyor.
Jules Evans, kendisinin de birkaç vesileyle deneyimlediği esrikliği (ecstasy) öncelikle tarihsel bir perspektifle açıklama ve değerlendirme yoluna gidiyor. Bu alanda yapılan çalışmaların çok da yeni olmadığını görmek, William James, Aldous Huxley, Alister Hardy gibi isimlerin kuramları ve projeleriyle karşılaşmak da kitabın ilginç yönlerinden biri.
Ardından farklı tetikleyicilerle ortaya çıkan esriklik deneyimleri üzerinden konuyu derinleştiriyor Evans. Psikedelik madde kullanımından anlık “ilahi dokunuşlar”a, ölümden dönenlerin tecrübelerinden kolektif esriklik hallerine kadar pek çok farklı örneği araştırmalar üzerinden okurla paylaşıyor. Özellikle sanatsal üretim ile esriklik arasındaki bağları görsel malzemelerin de desteğiyle takip etmenin okura ilginç bir deneyim sunacağına inanıyorum.
Kitabın zengin içeriğinin ve akıcı dilinin çeviri sürecine kattığı zevk tartışılmaz ama bu alandaki Türkçe literatürün ve terminolojinin kısıtlılığın çevirmene epeyce zorluk yaşattığını da vurgulamak istiyorum. Klasik felsefe çevirilerinde bile görebildiğimiz kavramlaştırma, yerelleştirme sorunu, esriklik gibi çoğunlukla halı altına süpürülmüş bir alanda (gördüğüm kadarıyla bu anlamda Batı da bizden farklı değil) daha da belirginleşiyor.
Çevirmeni yoran bu kitap, umuyorum ki okurun beğenisini kazanacak.
Aysun Babacan
Kızıl Damga
Nathaniel Hawthorne
•
çeviren Aysun Babacan
Koridor Yayınları
Kızıl Damga, 17. yüzyıl Puritan toplumunda geçen ve yasak bir aşk sonucu zinayla suçlanan Hester Prynne’in hikâyesini anlatır. Hester, toplumun dışlamasına rağmen, göğsünde taşıdığı kızıl "A" harfiyle hem utancını hem de direnişini simgeleyen güçlü bir kadın olarak hayatta kalmayı başarır.
Kızıl Damga’yı üniversite yıllarımda derslerimizden birinde okumuştuk. O kadar etkilenmiştim ki ömrüm boyunca unutamadım. Ülkemizde insan damgalama az rastlanan bir olay değil, dolayısıyla tanık olduğum her örnekte Hester ve taşıdığı haksız damga aklıma gelirdi.
O sıralar biri yanıma gelip ileride (40 yıl sonra) bu kitabı çevireceksin dese, çok şaşırırdım.
Dili kolay değildi. Kızıl Damga'nın dili modern İngilizce ile eski İngilizce arasında bir yerde konumlanabilir. 19. yüzyılda yazıldığı için günümüz İngilizcesine göre daha ağır bir üsluba ve zengin bir sözcük dağarcığına sahip. Nathaniel Hawthorne, uzun ve detaylı cümleler, sembollerle yüklü anlatımlar ve karmaşık bir dil yapısıyla, okura Puritan toplumunun katı ahlak anlayışını ve karakterlerin iç dünyalarını derinlemesine hissettiriyor. Kitabın dili okuyucudan dikkat ve sabır ister ama edebi derinliğiyle ödüllendirir.
Kızıl Damga, yalnızca Hester Prynne’in dramatik hikâyesini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda Amerikan tarihine dair önemli bir kesit sunar. 17. yüzyıl Puritan toplumunun ahlak anlayışını, sosyal baskılarını ve dini otoritesini detaylı bir şekilde gözler önüne serer. Romanın geçtiği Salem kasabasının, tarihteki cadı mahkemeleriyle tanınmış olması ve birçok korku filmine ilham kaynağı olması hiç şaşırtıcı değil.
Kızıl Damga gibi derin bir edebi eseri Türkçeye çevirmek hem yaratıcı hem de zorlu bir deneyimdi. Hawthorne’ın sembollerle yüklü, yoğun ve yer yer arkaik dili, çevirmene dilsel açıdan zorluklar sunuyor elbette. Hester Prynne’in yalnızlık, utanç ve direniş dolu hikâyesini Türkçede okuyucuya aktarma süreci ise insanın hem empati yeteneğini hem de dilin ifade gücünü yeni sınavlara tabi tutuyor.
Bu tür bir kitabın çeviri süreci, tarihi bir dönemi ve kültürü farklı bir dile taşırken, metnin ruhunu koruma sorumluluğu nedeniyle bir tür titizlik ve saygı gerektiriyor. Şunu da söylemeliyim ki Salem kasabasının karanlık atmosferini ve toplumsal baskının ağırlığını hissetmek, zaman zaman beni de eserin dramatik dünyasının bir parçası haline getirdi. Bu ruh durumunu her çevirimde hissederim.
Okurların böylesine katmanlı bir eseri okuduktan sonra uzun süre etkisinden çıkamayacaklarına inanıyorum.
Aytek Sever
Geziler: Doğa ve Yürüyüş
Henry David Thoreau
•
çeviren Aytek Sever
Doğu Batı Yayınları
2024’te yoğun emek harcadığım çeşitli dosyalar arasında özellikle yılın ortalarına doğru yayımlanan Geziler çevirimi anmak isterim. Henry David Thoreau’nun ölümünden bir yıl sonra, kız kardeşi Sophia Thoreau ve yakın dostları William Ellery Channing ve Ralph Waldo Emerson tarafından yaklaşık yirmi yıllık bir aralığa yayılan yazılarından derlenerek hazırlanan kitap (Excursions, 1863) Walden’dan sonra Türkçeye çevrilen ilk Thoreau kitabı.
Bireysel ve toplumsal ilkeler için yüzünü doğaya dönen, New England kırları, ormanları, tepeleri ve nehirlerinde yaptığı uzun yürüyüşler, gözlemler, keşifler ve tekne gezilerini dur durak bilmeyen bir kayıt tutma alışkanlığıyla birleştirerek insanın yeryüzünde kendini fiilen bulmasına, bilmesine ve biçimlendirmesine dair güçlü bir model sunan bu muazzam yazı ve eylem insanın yaşamına panoramik bir bakış olanağı sağlıyor.
Geziler’i oluşturan denemelerden hazırladığım bir seçki, 2016’da, Bill McKibben’ın önsözü ile beraber Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler adıyla yayımlanmıştı. Ayrıca denemelerin bazıları başka çevirmenler tarafından da Türkçeye aktarılmıştı. Ama Geziler tam metin olarak ilk kez Türkçeye çevrildi. Okurlar kitapta şu denemeleri bulabilecekler: (1) Massachusetts’in Doğa Tarihi; (2) Wachusett’e Yürüyüş; (3) Hancı; (4) Bir Kış Yürüyüşü; (5) Orman Ağaçlarının Döngüsü; (6) Yürümek; (7) Sonbahar Renkleri; (8) Yabani Elmalar; (9) Gece ve Ay Işığı; (10) Thoreau: Yaşamöyküsel Portre (Emerson).
Doğa bilimi, felsefe, uygarlık tarihi, edebiyat, toplum eleştirisi, etik, estetik ve mistisizmin bir bileşimini sunan yapıtın harikulade derinliğine ışık tutmak adına metni kapsamlı bir notlandırmayla ve önsözle destekledim. Thoreau özelinde çevirmenin botanik, zooloji, coğrafya, jeoloji gibi alanlara girerek terminolojiyi özenle tespit etmesi gerekiyor; bu bakımdan da geniş bir kaynakçadan yararlandım. Etimolojiye de epey mesai harcadığımı söyleyebilirim. Sonuç olarak, gerek Transandantalizm ve “Amerikan Rönesansı”na gerek doğa tarihi ve ekolojiye ilgi duyan okurların ve yürüyüş meraklılarının vazgeçemeyeceği bir Geziler edisyonu ortaya çıktı.
Thoreau çevirmenleri için de bir başvuru kitabı olacağını düşünüyorum. Bu çeviriyi baştan sona yoğun bir tutkuyla, bir tür görev duygusuyla yapmış olmanın tatminini yaşıyorum, okurlara ulaştıkça da çabam haklı çıkacaktır. Doğanın, insanlığın ve kültürün can çekiştiği bir çağda Thoreau etik, tinsellik ve eylem adına bizlere ilham verebilecek başlıca isimlerden.
Banu Karakaş
Nadir Kopyalar
Patricio Rago
•
çeviren Banu Karakaş
Epona Yayınları'ndan çıkacak
2024’te çok kitap çevirdim, çok proje hazırladım. Böyle olunca göz kamaştırıcı, tumturaklı bir projeden bahsetme şansım da yükseliyor. Hazırladığım kitaplar içinde en meşhurunu, en çok satanını seçebilirdim ama tam aksine en iddiasızı beni en heyecanlandıran kitap oldu bu sene.
Buenos Airesli sahaf Patricio Rago’nun kendi sahaflık anılarından yola çıkarak yazdığı 25 hikâyeden oluşan kitabı Nadir Kopyalar beni aldı, çağımızın büyük (ve belki de haklı ve konuşulması da zaman zaman gerekli) meselelerini masaya yatıran kitaplardan çekip çok geriye, eski ve saf bir hazza, aylak okurluğun hazzına götürdü.
Büyük bir sevgiyle, mutlulukla yerleştiğim Buenos Aires’teki hayatıma adapte olmaya çalışırken birkaç sene önce içimdeki coşkuyu paylaşacak, bunu anadilimde yaşayacak bir yol, bir zemin olsun niyetiyle Instagram’da her pazar günü soru-cevap modeliyle bir kitap sohbeti yapmaya başlamıştım. Ben takipçilerime o sırada ne okuduklarını soruyordum, gelen cevaplara göre artık aklıma ne eserse o şekilde yanıt veriyor, bir arkadaşla konuşur gibi tasasız, eğlenceli bir sohbet başlatıyordum. Hikâye anlatmayla dışarının taleplerini gözeten, profesyonel biçimde ilişkilenmenin tam aksine sadece içten gelen, oyunbaz bir keyif işiydi.
İşte Patricio’nun kitabı benim bu sohbetlerimin uzayda genişlemiş, öyküye vurulmuş hali. Şu meseleyi kafama taktım, bunu konuşacağım gibi bir iddiası yok. Bence bunları da konuşmak lazım diyen didaktik bir tavrı yok. Oturup bu işle uğraşacağım çünkü insanlara iyi geleceğini düşünüyorum gibi mesihliklere de soyunmuyor. Tek iddiası kitapları çok sevmesi ve hayatını kitaplardan kazandığından dolayı heybesinde içinde kitap geçen çok hikâyesi birikmiş olması. Böyle olunca da ortaya kitaplarla profesyonel bir ilişki kurmadan önceki avare okurluğumuza yaklaşan, okuru çocuksu ve kadim bir hazza götüren bir hikâyeler toplamı çıkıyor. Patricio kapımızı çalıyor, nefes nefese kalmış, kan ter içinde geçip karşı koltuğa oturuyor, “N’oldu biliyor musun?” diyor, önce atkısını çıkarıyor, bir bardak su içiyor, “hayatta inanmayacaksın.” Sonra anlatmaya başlıyor, bize de pürdikkat dinlemek kalıyor.
İktidarın hegemonya araçları arasında belki en büyüğü utançtır, bu duygu toplumları öfkeye, nefrete ama en çok da mükemmeliyetçiliğe iter. Ahlakçılığın durmadan tırmandırıldığı, gitgide despotlaşan ülkemize dışarıdan baktığımda toplumumuzda buraya dönük bir eğilim görüyorum. Dünyanın ürettiği büyük fikirleri bir görevi yerine getirir gibi yalayıp yutmaya çalışan, durmadan okuyan, okuduğunu sindirmeden bir diğerine, sonra bir diğerine geçen, militer bir okur modeli yetişiyor bu toplumda. Halbuki ihtiyacımız olan bunun taban tabana zıddı: serbestlik ve neşe. Patricio Rago’nun kitabının bu boşluğu dolduracağını umuyorum. Keyfine düşkün, muzip, şefkatli, demokrat ama bir o kadar da şüpheci bir okurun eğlenceli hikâyeleri bunlar. Hak ettiği yeri bulması temennisiyle.
Berrak Göçer
Canavar: Hayranların İkilemi
Claire Dederer
•
çeviren Berrak Göçer
Medusa Yayınları
Claire Dederer’in Hayranların İkilemi alt başlığıyla yayımlanan Canavar adlı deneme kitabı, her şeyden önce en hızlı yayımlanan çevirim olarak kişisel tarihimde yer etti. Yaptığım çeviriler yayınevinde genelde en az iki yıl beklerken, bu iki ayda çıktı! Bu yüzden Medusa Yayınları ve Sevi Sönmez’e teşekkür ediyorum.
Medusa bu yıl kurulan, çiçeği burnunda bir yayınevi. Çağdaş kadınların hikâyelerini yayımlıyor. Canavar da geçtiğimiz yıl yurtdışında yayımlandığında epey ses getiren, onlarca yıl sonu listesine giren ve birçok dile çevrilen bir deneme kitabı.
Özellikle son yıllarda çok konuşulan, sanatçının bir karakter olarak kültleşmesinden beri insanın akıllarını iyice meşgul eden bir konuyu irdeliyor Dederer kitabında: Çok sevdiğimiz parçaların, filmlerin, kitapların, resimlerin, kısacası her türlü sanatsal üretimin yaratıcısı olan kişileri kötü, ahlaksız, suçlu buluyorsak ne yapacağız? O eserleri tüketmeye devam edecek miyiz? Sanatçıyla birlikte sanata da sırtımızı mı döneceğiz? Eserleri tüketmeye devam edeceksek bunu belli şartlar altında mı yapmamız gerekiyor?
Dederer, hayranlara bir reçete yazmıyor, kendi deyimiyle yanıtlara ulaşmalarını sağlayacak bir “hesap makinesi” inşa etmiyor. Onun yerine soruyor, daha çok soruyor; meseleyi farklı açılardan ele alıyor ama hiçbir şeyi sabit tutmayarak, hem soruyu evirip çevirerek hem de kendi pozisyonunu değiştirerek. Kitabın gücü tam da burada yatıyor – Dederer konuya yargıyla (ya da önyargıyla) değil, merakla yaklaşıyor. Hayat dediğimiz bu griliklerle dolu karmaşanın içerisinde zıtlıklarla ve çelişkilerle var olabilir miyiz? Birinin kötü olduğunu bilip onu yine de sevebilir miyiz? Seversek bu bizi de kötü bir insan mı yapar? Peki kötülüğün sınırları nedir? Herkes aynı şartlara mı tabidir? Kim sadece bir “serseri”dir, kim “günahkâr”?
Gördüğünüz gibi, insan Canavar’ı anlatmaya çalışırken bile keskin cümleler kurmaktan çok soru soruyor. Önyargıları yıkıp zihin açarak okurları da sorular sormaya teşvik etmesi dileğiyle.
Duygu Akın
Mrs. Dalloway
Virginia Woolf
•
çeviren Duygu Akın
Can Yayınları
Bu yıl çevirisini yaptığım her kitap bende ayrı bir heyecan yarattı ama yayımlanması da bu yıla denk düştüğü için Can Yayınları için çevirisini yaptığım Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway'inin heyecanını paylaşmayı özellikle isterim.
Virgina Woolf metinlerini çevirmeyi göze alan her çevirmenin bildiği gibi bu yazarın eserlerini hakkıyla çevirmek, başka birçok şeyin yanı sıra ciddi bir ön çalışma, ciddi bir metin çözümleme çalışması ve yine ciddi bir dil uyumu, üslup uyumu yakalama çalışması gerektirir. Ne de olsa Woolf, romanlarında geleneksel bazı yapıları yıkarak, Viktoryen kalıpların dışına çıkarak, hatta bilinç akışı gibi o dönemde yeni yeni filizlenen akımlara özgün yorumunu katarak, roman geleneğinde kalıcı etkiler yaratmış, katmanlarını araladıkça okurun karşısına yepyeni katmanlar çıkaran, zengin metinler üretmiş bir yazardır.
Mrs. Dalloway de Woolf’un ürettiği çok sayıda eser arasında, günümüze dek birçok yazarı etkilemiş, birçok okurun hayal dünyasına kazınmış, eşsiz bir eserdir. Bu eserin çevirisi bana bir çevirmen olarak da çok şey kattı.
Mrs. Dalloway’de Woolf modernist yazının feminist damarı üzerinden ilerler ve anlatıcı perspektifini sık sık değiştirerek, bilinç akışı tekniğini iç dünyayla dış dünya, gerçeklikle hayal arasındaki çizgileri bulandırarak eşsiz bir biçimde kullanır. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde ders kitabı olarak okuduğumuz bu romanının çevirisine başlamadan önce ben de ders çalışır gibi öncelikle yazarın hayatından eserlerine, sonra da Mrs. Dalloway üzerine yazılmış türlü makale ve tezlere varana dek okumalar yaptım. Kendimi çeviriye hazır hissettiğimde, Woolf’un şiir gibi akan metninin akıcılığını, ritmini, hissiyatını, zengin alt metin dünyasını korumam gerektiğini biliyordum.
Çeviri sürecinin ilk kısmı yazarın üslubunu Türkçede olabildiğince sadık biçimde koruyabilme çabasıyla geçti. Uzun ve karmaşık cümlelere, bazen iç monologlarla, bazen de serbest dolaylı söylemlerle sağlanan bilinç akışına ve küçük parçaların birleşmesinden oluşan bir mozaiği, bir tabloyu andıran metnin bütününe sadık kalarak onu Türkçede yeniden canlandırmak epeyce zorlu bir süreçti. Woolf’un şu sözleri aslında bu romanı da çok güzel anlatıyor: “Ben sayısız uyumsuzluk üzerinden farklı bir güzelliğe ulaşıyor, bir simetri yakalıyorum; zihnin bu dünyadan geçişine dair tüm izleri gözler önüne sererek, sonunda titreşen parçacıklardan oluşan bir tür bütünlüğe erişiyorum.”
Ben de çok geçmeden yazarın bilinç akışını hangi tekniklerle sağladığını, metne sakladığı sırları ne gibi bir sistemle yerleştirdiğini daha iyi kavradım, romanın dünyasına nüfuz edebildim ve yönümü daha kolay bularak ilerledim.
Mrs. Dalloway’i böyle özenle, sevgiyle ve yazara duyduğum hayranlıkla çevirirken en büyük arzum okurlara bu kitabın olabilecek en iyi haliyle ulaşmasıydı. Woolf’u henüz okumamış olanlar da, okumuş, sevmiş ve yeniden okumak isteyenler de bu kitapla buluşsun istedim. Editörlerim Eda Okuyucu ve Şirin Etik’in de bir o kadar özenli dokunuşları sayesinde metin son halini buldu ve nihayet okurla buluştu. Bende yarattığı heyecanı herkeste yaratması, eşsiz bir yazarın muazzam dünyasına açılan bu kapıdan her okurun girmesi dileğiyle.
Elvan Özkaya
Ruhlar Arasında: Arthur Conan Doyle'ın Spiritüel Dünyası
Stefan Bechtel ve Laurence Roy Stains
•
çeviren Duygu Günkut
Siyah Kitap
2024 yılında yayıma hazırladığımız kitaplar arasından beni en çok etkileyen Stefan Bechtel ve Laurence Roy Stains’in kaleme aldığı, Duygu Günkut’un İngilizce’den çevirisini yaptığı Ruhlar Arasında: Arthur Conan Doyle’ın Spiritüel Dünyası oldu.
Kitap iki açıdan son derece ilgi çekici: Bir yandan dünyanın en rasyonel dedektifi olan Sherlock Holmes’u yaratmış bir yazarın tüm hayatı boyunca esas merakının doğaüstü güçler olduğunu, öte dünyaya, ölenlerle iletişime, spiritüalizme olan bu ilgisinin nasıl doğduğunu anlatıyor. Hatta Conan Doyle’ın ölümsüzlüğün bilimsel kanıtlarını arayışı kitabın odak noktasını oluşturuyor diyebiliriz. Ayrıca Doyle ile ünlü sihirbaz Houdini arasında spiritüalizm nedeniyle yaşanan gerilim ve büyük çatışmayı da son derece renkli anlatıyor.
Kitabın ikinci ilgi çekici yönü ise, ele aldığı 19. yüzyılın ikinci yarısıyla 1930’lara kadar uzanan dönemde, sanayileşmenin, akıl çağının geliştiği, bilimin pek çok alanda öncülük yaptığı bir dönemde, spiritülalizmin dünyanın en kıymetli beyinlerini, yazarları, bilim insanlarını, kadın hareketinin öncülerini nasıl etkilediğini de göstermesi. Periler, medyumlar, ruh seansları üzerinden son derece ilginç bir kültür tarihi okuması sunuyor kitap ve ele aldığı dönemi pek bilinmeyen bir hikâye üzerinden anlatıyor.
Bir de şunu vurgulaman lazım, kitabın yazarları, gazeteciler Stefan Bechtel ve Laurence Roy Stains çok iyi bir iş çıkarmış ve çok geniş bir kaynak taraması yapmışlar. Trans seanslarının kayıtlarını, özel yazışmaları, anı kitaplarını ve gazete haberlerini inceleyerek dönemin ruhunu samimi ve akıcı bir dille anlatmayı başarmışlar. Sundukları arşiv, fotoğraflar, mektuplar, seansların ayrıntıları spiritüalizme hiç ilgi duymamış okurlarda bile bir soru işareti yaratacak türde. Bu açıdan herkesin bir solukta okuyacağı bir kitap diyebilirim Ruhlar Arasındaiçin.
Eren Yücesan Cendey
Deniz Kadar Derin Gökyüzü Kadar Hafif
Gianluca Gotto
•
çeviren Eren Yücesan Cendey
Pan Kitap
Çevirmen olarak bu yıl beni en çok heyecanlandıran, duygulandıran, gönendiren işim izini yakaladığım, peşine düştüğüm, tüm kitaplarını okuduğum genç yazar Gianluca Gotto’nun Deniz Kadar Derin Gökyüzü Kadar Hafif adlı eseridir.
Tayland’da kaptığı bir virüs sonrasında depresyona düşen ve bundan kurtulamayan yazarın Budizm ile tanışması, keşişlerle sohbeti ve nihayetinde bir dağ manastırında bir usta ile geçirdiği günleri anlattığı bu kitap benim varlığımı hafifleten bir kitap oldu. Çeviri yaparken asıl hevesim daima paylaşımdır. Bu yıl hayranlıkla ve herkesin okuması için ben bu kitabı çevirmeliyim duygusuyla ele aldığım kitap Pan Yayıncılık tarafından yayımlandı. Budizm ve her türden Uzak Doğu bilgelikleriyle ilgili bundan önce de bir kitap çevirmiştim ve o da benim kişisel seçimim olmuştu: Atlıkarıncada Bir Tur Daha. Kişisel meraklarım sayesinde Budizm ve felsefesiyle ilgili pek çok araştırma yapmış, kitap okumuştum ama Deniz Kadar Derin Gökyüzü Kadar Hafif beni öznelliğiyle, samimiyetiyle, öğüt gibi görünmeyen ilkeleriyle çok etkiledi. Bu arada sosyal medyadan haberleştiğim yazar bana pek çok Türk okurun kendisine yazdığını, kitabın Türkiye’deki ilgisinden çok hoşnut olduğunu söyledi. Çok uzun yıllardan beri dünyanın pek çok yerinde yaşayan ve dijital göçmen olarak çalışan Gotto ve eşine artık minik kızları Asia da eşlik ediyor ve kızlarının adı her şeyi özetliyor.
Doğu felsefesi ve özellikle Budizm öğretisi hakkında didaktik olmayan, tatlı örneklerle dile gelen bu kitabı tüm okurlara tüm hevesimle tavsiye ediyorum. Yeni bir yıla, yeni bir döneme girerken bu öğretilerin hepimize iyi geleceğinden eminim.
Kardelen Damla Başarır
Kahve Kitabı
Anette Moldvaer
•
çeviren Kardelen Damla Başarır
Alfa Kitap'tan çıkacak
2024 soruşturması için bu yıl kasım ayında çevirisini tamamladığım ve 2025’in ilk haftalarında Alfa Kitap’tan çıkacak olan Kahve Kitabı’nı önermek istiyorum. DK Serisi altında çıkacak kitap, kahve üretimi yapan bütün ülkelerdeki (evet, hepsi) sosyoekonomik koşullardan tutun, nitelikli kahve dükkânlarının tarihçesine kadar geniş bir yelpazede seyrediyor ve aslında kapsamlı bir reçete listesini her an elinin altında bulundurmak isteyenler için birebir. Kitabın içindeki haritalar ve kahve plantasyonlarının dört mevsim çekilen görüntüleri ise tam bir kahve atlası oluşturuyor. Artık sürdürülebilir tarım pratiklerine odaklanmak zorunda olduğumuz bir dönemde kültürümüzde kök salmış kahvenin tohumdan raflara uzanan yolculuğunu tam da bu sürdürülebilirlik/izlenebilirlik merceğiyle okumak ve farklı kültürlere özgü işleme yöntemlerini keşfetmek çok özel. Tabii bir de bütün bunları ödüllü ve yirmiyi yılı aşkın süredir sektörün içinde olan bir baristadan okuyoruz, onu da atlamayalım.
Kurgu dışı kitaplar üzerinde çalışmanın en sevdiğim yanı daha önce pek ilgim ya da bilgim olmayan bir alanda bile beni heyecanlandırmayı ve hayatımda davranış değişikliğine sebep olmayı başarmaları. Örneğin Kahve Kitabı’ndan sonra kendimi fark etmeden kahve demleyişimi değiştirir/düzeltirken ve arkadaşlarımın başını sürekli “Bak şunu doğru yapıyormuşuz ama bunu yanlış. Kahveyi aslında demlemeden hemen önce öğütmek lazımmış. Aslında en iyisi evde kavurmakmış.” diye ağrıtırken buldum. Kesinlikle çekirdeklere yönelik farkındalığım arttı ve artık kahve paketlerindeki etiketleri daha bilinçli, neye dikkat edeceğimi bilerek okuyorum. Kitabın önümüzdeki sene kahve dükkânlarında ve mutfaklardaki yerini almasını, tüm kahveseverlerle buluşmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
Mehmet Barış Albayrak
Ölüm Gemisi
B. Traven
•
çeviren Adalet Cimcoz
Sel Yayınları
Pasaportsuz, yersiz yurtsuz, "toplumsuz" bir denizcinin serüvenleri... Evet Ölüm Gemisi literatürde çoğunlukla bir “serüven romanı” olarak geçiyor. Ama karanlık, grotesk ve alışılmadık kara mizahıyla bunun ötesinde bir roman.
Tarihsel açıdan bakarsak, bugünkü modern kapitalist dünyanın bürokrasisinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra nasıl şekillendiğinin bir tanıklığı. Roman, ülkeler arasında belirginleşen sınırların, sözde dünya vatandaşlığını nasıl mülteci sorununa dönüştüğünü vurgularken, modernitenin vaatlerinin nasıl yeni tür köleliklere yol açtığını anlatıyor.
Ama tarihsel-sosyolojik bir romanın da ötesinde Ölüm Gemisi. Kitabı bitirdikten sonra aklıma gelen ilk soru şu oldu: Bugün hangi ölüm gemilerine bile isteye biniyoruz? Daha doğrusu zorunluluktan değil de isteyerek bindiğimizi zannediyoruz? Yanlış anlaşılmasın, Traven’ın romanı orta sınıfın melankolik buhranının yavan bir hikâyesi değil. Ölüm gemisinin paslı duvarlarında, alevlerin derileri yaktığı kömür fırınlarında, en çetin hayatta kalma mücadelesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Boğucu kamaralarda uçuşan her terli soluk, gıcırdayan her cıvata, başkalarının cebine giren insan emeğini ve haysiyetini somutlaştırıyor.
Ölüm Gemisi’nin ölüm gemisi gerçekte neyi temsil ediyor? Sanırım romanı güçlü kılan önemli unsurlardan biri bu. Hapishane mi? Sığınak mı? Direncin ve insanın parçalanan haysiyetin kalıntılarından anlam çıkarma çabası mı? Traven muhtemelen gerçekten yaşadığı ya da tanık olduğu şeyleri aktarırken o kadar canlı yazıyor ki, hayır, gerçekliğe bir ayna tutmuyor, gerçeklik gibi gözüken şeyin arkasındaki gerçekliğe bir ayna tutuyor. Bu da muhtemelen romanı bitirdikten sonra şu soruyu sormamıza neden oluyor: Bugün hangi ölüm gemilerine bile isteye bindiğimizi zannediyoruz?
Mert Tanaydın
Her Şeyin Hikâyesi
Richard Powers
•
çeviren Kıvanç Güney
İthaki Yayınları
Hızlı başladığım, radikal bir değişiklikle İthaki’de Modern dizisinin editörü olduğum bir yıl oldu 2024 ve ekonomik darboğazın içinde açıkçası inanılmayacak kadar çok sayıda kitap yayıma hazırladım, sadece Modern’den yirminin üzerinde kitap yayımladık, okumasını ya da redaksiyonunu ya da dizi editörlüğünü yaptığım çeşitli başka kitaplar da cabası. Tüm bu kitaplardan bana göre yıla damga vuranı 100. İthaki Modern kitabımız Her Şeyin Hikâyesi’ydi.
Richard Powers The Overstory ile Pulitzer Kurgu Ödülü’nü 2019’da kazandığında hâlâ Sabitfikir’de yazmaya devam ediyordum ve o dönemki yazılarımdan birinde dikkatini çekmiştim bu kitabın, bir dijital kopyasını da alıp Google Play’ime koymuştum, okumaya başladığımda çarpılmıştım: Tüm Amerika’nın hikâyesini ağaçların hikâyeleri üzerinden anlatıyordu sanki. Sonradan tüm Amerika olmasa da sekiz farklı karakterin hayat hikâyesine dolanmış çeşitli ikonik ağaçların hikâyelerinin anlatıldığını fark etmiştim; kitabın gelişimiyle de 20. yüzyıl Amerikan tarihinin çeşitli protest aşamalarının (greenpeace’den weathermen’e) işin içine katıldığını görünce, sadece kurgusal değil sosyolojik boyutlarının da azımsanmayacak oranda olduğunu görmüştüm.
Dönüp dolaşıp kendimi Modern’in editörü bulduğumda, benden önceki arkadaşların seçtiği onlarca başarılı kitap arasında Richard Powers’ın bu kitabı da bulunuyordu. İlk başta 100. kitabımız hâlâ üzerinde uğraştığımız Cormac McCarthy’nin Blood Meridian romanı olacaktı ama Mart ayında daha fazla beklemeyelim, eldeki kitaplardan birini seçelim diyerek listeye baktığımızda yayınevindeki editörler ortak karar olarak bu kitapta anlaştık. Hakikaten diziye ve dizinin dalyasına en çok yakışan kitabı seçtiğimizi düşünüyoruz, bir de adını biraz geniş bir yaklaşımla Her Şeyin Hikâyesi yapınca âdeta cuk oturdu. Zaten çok başarılı bir çevirmen olan Kıvanç Güney’in Richard Powers’ın bunca geniş bilimsel ve merhum Paul Auster’ı aratmayan yetkinlikte kurgusal dilini büyük bir ustalıkla aktarımı Yağız Eyiişleyen’in müthiş kapağıyla birleşince, ortaya gerçekten harikulade bir kitap çıktı. Gezi’den Akbelen’e, ağaç odaklı tüm direniş ve dayanışma hallerimizi anımsatan, yer yer ekoanarşizme göz kırpan, doğanın, ağacın, insanın, bilimin, anlatının, dünyanın birbirine sarılıp durduğu, Richard Powers’ı bize oldukça yetkin seviyeden tanıtan, sadece bu yılın değil belki de geniş bir dönemin en etkili kitaplarından birine, bir tür orkestra şefi edasıyla bunca katkı vermem, kişisel editörlük serüvenimdeki en yüce işlerden biri oldu benim açımdan da. Powers’ın kitaplarını, yine bu yıl Sanem Erdem çevirisiyle yayımladığımız Galatea 2.2 gibi, önümüzdeki yıllarda da yayınlamak nasip olursa, bir editör olarak da bir okur olarak da hâlâ roman yazma ümidini koruyan bir hevesli olarak da müthiş bir eğitim süreci olarak göreceğimi düşünüyorum. Yazarın ilk kitabından başlayarak tüm romanlarını okumaya başladım bile, ne kadar sürer tamamlamam bilemiyorum tabii...
Nihal Ünver
Orman Ahalisi Büyük Göç
Yazan ve resimleyen / Johanna Lumme
•
çeviren Nil Deniz Çidanlı
Dinozor Çocuk
Bu yılın kitapları arasında beni en çok etkileyen ve her okuduğumda gülümseten kitap Orman Ahalisi Büyük Göç kitabı oldu. Çocuk okurlara dünya meselelerini anlatan pek çok kitap arasında bu kitabın birkaç açıdan farklı olduğunu söyleyebiliriz. Felaket tellallığı yapmadan iklim değişikliği, göç ve yuva bulma telaşı, yeni arkadaşlıklar gibi konuları üzmeden ve yormadan anlatıyor.
Ormandaki yaşamları güvenli olmamaya başlayınca beraberce yaptıkları salın üstüne atlayıp denize açılırlar ve kendilerini hiç tanımadıkları kimselerin ve çevrelerin olduğu bir şehirde bulurlar. Dünyanın her yerinde karşımıza çıkabilecek muhtemel bir senaryo. Ama bu orman halkı için en güzel yol yine doğanın içinde doğaya saygılı bir yaşam kurmaktan başka seçenek yoktur ve bunu da şehirlilere anlatmanın eğlenceli bir yolunu bulurlar.
Orman Ahalisi Büyük Göç kitabı yayıma hazırladığım kitaplar arasında illüstrasyonlarıyla da diğer kitaplardan bir adım öne çıkıyor. Çok renkli ve kapsayıcı çizimler hikâyenin işlediği temel meselelerle de uyumlu. Finli genç ressam Johanna Lumme hem hikayesini yazdığı hem de çizimlerini yaptığı bu hikâye dizisinde çocuk okurlara sanatla dolu bir 40 sayfa sunuyor. Orman Ahalisi’nin ikinci kitabı Bahçenin Gizemi'nde ise aynı orman ahalisinin şehirdeki insanların taze meyve ve sebzeye ulaşması için çabalarını okuyacağız.
Oğuz Tecimen
Thich Nhat Hanh
Yaşama Sanatı – çeviren Sona Ertekin
İletişim Sanatı – çeviren Eda Çaça
Zen ve Gezegeni Kurtarma Sanatı – çeviren Sıla Tanilli
•
Koridor Yayıncılık
Boşluk
Bir profesör bir Zen ustasını ziyaret eder. Girer girmez “Nedir şu Zen dedikleri şey?” diye sorar, sorduğu şeyi modaymış gibi hafifseyen bir tonla. Pek vakti yokmuş da işin ehlinden kestirme bir cevapla bildiğini doğrulamak ister gibi edası vardır aynı zamanda. Bunu fark eden Zen ustası da “Otur şöyle, önce bir çayımızı iç,” der. Demliği ve fincanı getirir, sakin sakin çayı demler, biraz bekledikten sonra ağır ağır dökmeye başlar... Fincanın taşmak üzere olduğunu gören profesör “Aman üstat, n’apıyorsun? Taştı taşacak, kafanız gitti galiba!” diye çıkışır. Zen ustası ona aldırmadan azıcık daha döküp tam taşma seviyesinde durur ve şöyle der: “Sen de bu fincan gibisin işte, senin için de o kadar çok şeyle dolmuş ki Zen’in ne olduğunu anlayacak bir katre yer kalmamış içinde. Önce kabını boşalt.”
Varlıklar-arasılık
Zen ustası, şair ve aktivist Thich Nhat Hanh’ın yaşam-dünya-insan felsefesini toplayan bir üçleme haline getirdiğimiz Yaşama Sanatı, İletişim Sanatı, Zen ve Gezegeni Kurtarma Sanatı adlı kitapları bizi öncelikle böyle bir boşluğa çağırıyor.
“Boşluk her şeyin varlığıyla dolu olmak ama ayrı bir varoluştan ari olmak demektir” diyen Hanh’ın felsefesinin merkezinde duran “varlıklar-arasılık” (interbeing) vizyonu bütün varlıkların birbirine bağlı müşterek varoluşunu savunan, insanmerkezci olmayan –ama insan failliğini de yadsımayan– realist metafiziğiyle, bireysel ve kolektif pratikleriyle günümüz dünyasındaki yaşamsal, toplumsal ve ekolojik pek çok soruna çözümler öneriyor.
Yaşama Sanatı’nda özgürleşmenin üç kapısı olan boşluk, suretsizlik, hedefsizlik ilkelerini farkındalık, yoğunlaşma ve içgörü pratikleriyle hayata geçirmenin yollarını tanıyoruz.
İletişim Sanatı’nda başlıca sevgiyle konuşma ve derinlemesine dinleme pratikleriyle farkındalıklı iletişimin yollarını öğreniyoruz.
Zen ve Gezegeni Kurtarma Sanatı’nda radikal içgörü, angaje eylem, topluluk oluşturma ve ekolojik farkındalık pratikleriyle yaşama, dünyaya ve geleceğimize sahip çıkmanın yollarını hatırlıyoruz
Emekler-arasılık
Sona Ertekin, Eda Çaça, Sıla Tanilli kitapları hak ettikleri özeni ve değeri göstererek çevirdi. Metinleri benimseyerek sevgiyle çalıştık. Sıkı bir editöryel çalışmayla üslup ve terminoloji bütünlüğünü sağladık.
Feyza Filiz zarif ve incelikli kapak tasarımlarıyla kitapların ruhunu ve birlikteliğini özgün bir görsel dile tercüme etti. Kitap adlarındaki, Fatih Hardal’ın özel tasarımı olan yazıtipi (FH Enso) tasarımı imza niteliğinde tamamladı.
Ecem Şenalioğlu ile metinlerin ruhunu ve müşterekliğini yansıtan bir iç tasarım oluşturduk ve sayfa işçiliğiyle ince ince uğraştık.
Yayın koordinatörümüz Büşra Oktay da kitapların hazırlık sürecinde anlayışlı ve cömert yaklaşımıyla çalışmalarımızı hakkıyla ve keyifle yürütmemizi mümkün kıldı.
Çevirilerde Thich Nhat Hanh’ın şiirsel sadeliğini Türkçede duru bir şekilde yansıtmaya özen gösterdik. Basit görünen derin felsefi kavramları doğru ve yalın bir şekilde aktarmaya bilhassa dikkat ettik. Saygınlık uyandıran ve derinlikle ferahlığı kaynaştıran kapak ve sayfa tasarımlarıyla Hanh’ın eserlerine başka bir gözle bakılmasını hedefledik.
Bundan sonrası okurlar-arasılık...
Ömer Ezer
Tehlikeli Görüler
Harlan Ellison
•
çevirenler
Begüm Kovulmaz, Cihan Karamancı, Doğa Özışık, Dost Körpe, Elif Ersavcı, Fuat Sevimay, Güçsal Pusar, Merve Çay, Sanem Erdem, Selin Kurugül, Sevda Deniz Karali, Su Akaydın, Taylan Taftaf
İthaki Yayınları
Bu sene beni en çok heyecanlandıran kitabımız, Bilimkurgu Klasikleri dizimizin 100. kitabı Tehlikeli Görüler oldu.
Harlan Ellison’ın “Eğer tutuklanma ya da sansüre uğrama korkun olmasaydı nasıl bir bilimkurgu öyküsü yazardın?” sorusuyla Philip K. Dick, J. G. Ballard, Samuel R. Delany gibi türün önemli isimlerinden özgün öyküler istemesiyle yola çıkan kitap, bilimkurgu tarihini değiştiren ve etkisi hâlâ devam eden provokatif öykülerle dolu. Yayımlanmadan bir süre önce, köşe yazarlarının Ellison’ın “tehlikeli” kitabına öykü gönderen yazarların kariyerinin biteceğini ilan ettikleri, sınırları zorlayan, sinir uçlarına dokunan bir kitap.
Kitabı normalde dizinin 50. ya da 75. kitabı yapabilirdik ama Harlan Ellison’ın eserlerinin telif haklarıyla ilgili sorun ABD’de 2023’te çözülebildi. Biz de kitabın haklarını 2024’ün ilk çeyreğinde alabildik ve eseri 100. kitap olarak hazırlayıp kasım ayındaki fuara çıkarmak istiyorduk. Masamızda 32 yazar, bazıları çevrilmesi çok zor 33 öykü ve önümüzde de 8-9 ay gibi bir süre vardı.
Çok iyi çevirmenlerle çalışarak –Begüm Kovulmaz, Cihan Karamancı, Doğa Özışık, Dost Körpe, Elif Ersavcı, Fuat Sevimay, Güçsal Pusar, Merve Çay, Sanem Erdem, Selin Kurugül, Sevda Deniz Karali, Su Akaydın, Taylan Taftaf– 720 sayfalık bu büyük eseri başarıyla yayıma hazırladığımızı düşünüyorum.
Kapak görselinde Blade Runner 2049 için yaptığı mükemmel posterden esinlendik. Fikir için kendisine ödeme yapmak istediğimizi söylediğimizde Pascal Blanché “eğer çizimi çok beğenirse ve kendisinin yaptığından farklı bir aurası olursa” ücret istemeden onay vereceğini söylemişti. Kapağı kendisine gönderdiğimizde de şöyle dedi: “Bayıldım! Gönül rahatlığıyla kullanın.”
Sanem Sirer
Sympatía
Rodrigo Blanco Calderón
•
çeviren Yasemin Çongar
Siren Yayınları
Bu yıl yine beni cezbeden pek çok kitabın seçim ve hazırlık aşamalarında yer aldım, bunlardan biri, sanıyorum hepsinin arasında kanımca en çok sivrileni, daha ilk okumamla heyecana boğanı Rodrigo Blanco Calderón’un Sympatía’sı oldu. Sympatía, yayın listemize Nisan ayında eklendi ve onu benim kadar benimseyen çevirmeni Yasemin Çongar’ın çeviriyi tamamlamasıyla 2025’te okuruyla buluşmak üzere mutfağımıza giren kitaplara katıldı. Rodrigo Blanco Calderón Türkçede ilk defa yayımlanacak, 1981 doğumlu Venezuelalı bir yazar, pek çok ödüle layık görülmüş, gelecek vaat eden Latin Amerikalı yazarlara işaret eden Bogotá39 listesinde yer alıyor; birkaç sene önce Gece adlı romanı sayesinde tanıdığım bu yazarın Sympatía’sı, gerek özgün sesi gerek yadsınamaz çağrışımlarıyla okumaya başladığım ilk anda bana tesir etti. Karakas’ta geçen ve Maduro rejimini arka planına alan bu metin, bizim listemize girdikten sonra, Uluslararası Booker Ödülü aday adaylarının yer aldığı uzun listede de boy gösterdi.
Ustaca göndermelerle kurgulanmış bu roman, imkânını bulan herkesin rejimin ekonomik, psikolojik ve siyasi darboğazından kurtulmak üzere her şeylerini geride bırakıp başka yerlere göç ettiği bir kurmaca evreni inşa ediyor, gidenler ülkelerini terk ederken sadece geçmişlerini değil, evcil hayvanlarını da geride bırakıyorlar ve bu ani gidişlerle Venezuela’nın terk edilmiş, ilgiye ve bakıma muhtaç köpek nüfusu birden artıyor… Baş kahraman Ulises de geride kalanlardan biri, eşi ülkeyi ve dolayısıyla onu terk ediyor, Ulises de sıra dışı bir görevle karşı karşıya kalıyor: general kayınpederinin vasiyeti uyarınca Argonotlar adlı aile evini bir köpek barınağına dönüştürmek. The Godfather’dan Elizabeth von Arnim’e ve mitolojiye uzanan dolambaçlar ve gerçekçi alegorilerle siyasi yozlaşmanın deliliğe varan boyutlarına işaret eden Sympatía, hızlı temposu ve özgünlüğüyle okuru yakalayan, sorular soran, sarsıcı ve düşündürücü bir roman.
Köpekler? Köpekler hakkında konuşmalıyız.
Seda Ersavcı
Yaz Köpekleri
Andrea Abreu
•
çeviren Seda Ersavcı
Siren Yayınları
Yeni bir yerde, yeni bir hayatta, sadece oğlum uyuduğunda çalıştığım bir dönemde tanıştım Yaz Köpekleri’yle. Sıra dışı bir büyüme hikâyesiydi. Heyecan vericiydi, yepyeniydi o da ve kısacıktı, yine de on bir ay sürdü çevirisi. Bu kadar kısa bir roman için oldukça uzun bir süreydi bu.
Yaz Köpekleri Kanarya lehçesiyle yazılmıştı, hemen hemen her sözcük sözlük açmamı gerektiriyordu ve bugüne kadar çevirdiğim en zor kitaplardan biriydi. Pek çok kaygıya kapılmıştım çeviri sırasında: Bu kadar yerel bir dili çeviride vermek mümkün olabilecek miydi? Nasıl bir yol izlemeliydim? Dili bozmak yahut Türkiye’ye özgü lehçeler kullanmak doğru bir karar olur muydu? Bu şekilde çocukların o kendilerine has seslerini duyurabilecek miydim? Onların gerçekliğini ve kültürünü yansıtabilecek miydim? Abreu duyguların daha mantıklı ve sindirilmesi daha kolay biçimlere indirgenemediğini gözler önüne seren bir roman inşa etmişti. Dostluk, sevgi, nefret ve tutkuyla sıvamıştı duvarlarını. İğrenç ve grotesk denilenin de güzel olduğu bir yerin kapısını açmıştı. Ben aynı binayı Türkçede inşa edebilecek miydim? Abreu’nun yer yer bozulan, yer yer noktalama işaretlerinden kurtulan dilinin zaman zaman baş döndürücü bir hıza ulaşan ritmini yakalayabilecek, üslubunun şiirsel müziğini yankılayabilecek miydim?
Yaz Köpekleri sınıf farkının acımasızlığını muzipçe anlatan bir dönem romanıydı aynı zamanda. Bu çelişkili duygular, keskin ve dinmeyen acılarla kahkahalar yığınının arasında adaletsizlikle yüklü bir gerçeklik de vardı üstelik: çocukluğun çoğu zaman istendiği için değil, sadece zorunluluktan bittiği bilgisi.
Oğlumun uykuyla kuşandığı sessizliğinde, iki kız çocuğuna ses vermek, yeni başlayan bir çocukluğun yanında onların biten çocukluğuna tanıklık etmek büyüleyici olduğu kadar şaşırtıcıydı benim için.
Tam anlayamadıkları duyguları şekillendirmek isteyen, o duyguların içinde boğulan, içsel acıyla başa çıkmak için fiziksel acıyı kullanmaya başlayan çocuklardı bunlar.
Orada ve capcanlıydılar.
Şimdi burada ve sizi bekliyorlar.
Dilerim siz de en az benim kadar memnun olursunuz tanıştığınıza…
Sevim Erdoğan
Cumartesi Annleri / Serdar Korucu Doğan Kitap
•
Kötü Kızlar / Camila Sosa Villada
çeviren Banu Karakaş
Medusa Kitap
Doğrusu, 2024 kitaplar açısından son derece doyurucuydu. Aşağıda sayacaklarım dışında Medusa Yayınları için yayıma hazırladığım Yalan Dolan (Veronica Raimo), Kaç yada Kal (Emilie Pine) ve Canavar: Hayranların İkilemi (Claire Dederer) ile Kırmızı Kedi için editörlüğünü Çağlayan Çevik’le birlikte üstlendiğimiz Küçük Dev Kadın: Azra (Liz Behmoaras) kıymetlilerimdendi.
Bu yıl yaptığım kitaplardan iki tanesi arasında seçim yapmam çok zor oldu.
Birincisi, Serdar Korucu’nun yazdığı, Doğan Kitap tarafından basılan Cumartesi Anneleri - Galatasaray Meydanı’nda 1000 Hafta.
Cumartesi Anneleri’nin hikâyesi, 1995 yılının Mayıs ayında, bir avuç cesur kadının Galatasaray Meydanı’nda sessiz direnişiyle başladı. Yıllar geçtikçe bu eylem, toplumsal hafızanın ve vicdanın da sesi haline geldi.
Serdar Korucu’nun, gözaltında kaybedilen 18 kişi için 22 kayıp yakınının anlatısını içeren kitabı, yalnızca Türkiye’nin en uzun soluklu sivil itaatsizlik hareketini değil, kayıp yakınlarının adalet arayışını ve insanlığın temel değerlerini de bir kez daha hatırlatıyor bize.
Bu kitabın benim için kişisel bir anlamı da var. Doğan Kitap Yayın Yönetmeni Cem Erciyes, kitabın editörlüğü için aradığında hem büyük bir mutluluk hem de derin bir sorumluluk hissettim. Cumartesi Anneleri –bugünkü adıyla Cumartesi İnsanları– hakkında her şeyi bildiğimi düşünüyordum. Yıllarca Galatasaray Meydanı’na onlara destek olmaya gitmiş, hatta 1996 yılında orada gözaltına alınmıştım. Ancak kitabı okudukça aslında ne kadar az şey bildiğimi, bu hikâyelerin ne kadar derin olduğunu fark ettim.
Kitabın editörlüğünü üstlenmek, benim için bir onur olduğu kadar büyük bir sorumluluktu. Sayfalar boyunca gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının acılarına, umutlarına ve direnişlerine tanıklık ettim. Her bir cümle kıymetliydi.
Cumartesi Anneleri - Galatasaray Meydanı’nda 1000 Hafta sadece bir kitap değil; bir tanıklık, bir sorumluluk ve bir hatırlatma. Bu yüzden herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ederim. Çünkü bu hikâyeleri bilmek, aynı zamanda adalet arayışına ses vermek ve bu haklı mücadeleye destek olmak demek.
İkinci kitap, yayın hayatına bu yıl başlayan ve sadece kadın yazarların eserlerine odaklanan Medusa Yayınları tarafından yayımlanan Camila Sosa Villada’nın Kötü Kızlar adlı romanı.
Camila Sosa Villada’nın otobiyografik öğeler taşıyan romanı Kötü Kızlar, görünmez kılınanların, dışlananların ve yok sayılanların güçlü bir manifestosu. Arjantin edebiyatının bu çarpıcı eseri, travestilerin (yazar böyle demeyi tercih ediyor) yaşamlarına dokunarak toplumun kenarına itilmiş bir grubun dayanışma, sevgi ve direniş öyküsünü anlatıyor.
1982’de Arjantin dikta yönetiminin sonunda ücra bir kasabada doğan Camila, doksanlarda kendi kimliğini bulmaya, kabul etmeye ve hayatta kalmanın yollarını el yordamıyla öğrenmeye çalışıyor. Kimsesiz bir annenin yarım yamalak şefkatiyle alkolik bir babanın şiddeti arasında düşe kalka büyüyen Camila, kendini Córdoba’nın meşhur Sarmiento Parkı’nda çalışırken bulur. Burada mücadelenin yanında dostluğu, kız kardeşliği, dayanışmayı, paylaşmayı öğrendiği arkadaş grubuyla kendine sıfırdan bir dünya kurarak hayata atılır.
Kötü Kızlar, trajedi ve mizahın, gerçekçilik ile fantastik unsurların ustaca harmanlandığı, okurun kalbine dokunan bir roman. Ve okuduğunuzda anlayacaksınız ki dünyanın her yerinde, Arjantin’de ya da Türkiye’de fark etmez, LGBTİ+’lar görünmez kılınmaya çalışılıyor. Bu kitap onların varlığını görünür kılma yolunda güçlü bir manifesto.
Ayrıca, böylesine zor bir metni büyük bir özenle çeviren Banu Karakaş’ı ve LGBTİ+ düşmanlığının zirve yaptığı bir dönemde bu kitabı yayımlama cesaretini gösteren Medusa Yayınları’nı içtenlikle takdir ediyorum.
Sinan Ceylan
Gece Yarısı Tüm Âşıklar
Mieko Kawakami
•
çeviren Sinan Ceylan
Doğan Kitap
Japonya, dışarıdan bakıldığında teknolojinin ve gelişmişliğin zirveye ulaştığı, refah seviyesi yüksek bir ülke gibi görünse de —tıpkı bütün diğer ülkeler gibi— kendine özgü toplumsal sorunlara sahip. Kawakami, Doğan Kitap’tan çıkan ilk kitabı Memeler ve Yumurtalar (çev: Ali Volkan Erdemir) ile toplumun kadınlara biçtiği rollerin ağırlığını işlerken, 2023’te çevirisini yaptığım Cennet kitabında ise okullardaki akran zorbalığını ele almıştı. Bu kez ise yalnızlık ve iletişimsizlik temalarına dokunarak, özellikle kadınların yaptıkları seçimlerin toplumsal kabul görmesindeki zorlukları masaya yatırıyor.
Mieko Kawakami’nin romanı, telaşsız bir tempoyla başlıyor. İlk bölümler, Fuyuko'nun gündelik hayatının sıradanlığını, rutininin monotonluğunu ve her gece odasında, unutulana kadar içerek bastırmaya çalıştığı kaygılarını kasıtlı olarak yansıtıyor. Hikâyenin büyük bir kısmı, otuzlu yaşlarının ortalarında, metropolde yalnız yaşayan kadın kahramanımızın evden serbest zamanlı çalıştığı dönemi anlatıyor. Ancak yazar, bu süreçte karakterin önceki iş yaşamında maruz kaldığı yalnızlığı da arka planda işlemeyi ihmal etmiyor. Kawakami, Fuyuko’nun hayatını yine Fuyuko’yu adeta günah çıkarma kabini gibi kullanıp hırslı ve "kariyerinde başarılı" Hijiri ile "yuva kurmayı başarmış" Noriko karakterleri üzerinden karşılaştırarak okuru, günümüz dünyasında mutlak bir doğru olmadığı gerçeğiyle baş başa bırakıyor.
Meslektaşı Hijiri dışında kimseyle temas etmeyen Fuyuko, tekdüze hayatını biraz olsun renklendirmek üzere gittiği bir kültür merkezinde Mitsutsuka adında bir adamla tanışınca hayatındaki dengeler sarsılıyor. Mitsutsuka ile her hafta buluşup “ışık” üzerine derin sohbetler yapmalarına rağmen, ironik bir şekilde, güvenli rutininden uzaklaşmanın ve imkânsız bir aşkın getirdiği sancılar Fuyuko’yu giderek daha derin bir melankoliye sürüklüyor.
Kawakami’nin, romanında kurguladığı karakterlerden ve tasvir ettiği şehir hayatından iyi bir gözlemci olduğu açıkça görülüyor. Ayrıca, ana karakterimiz Fuyuko’nun mesleği gereği üzerinde çalıştığı taslak metinlerde yalnızca kozmetik hatalara odaklanıp hikâyelere müdahil olmamasını, pasif ve durağan hayatının bir metaforu olarak ustalıkla kullanıyor. Bu süre zarfında yayıncılık sektörünün mutfağından bazı küçük ikramları da menüye dahil ediyor üstelik...
Ümit Mutlu
Diskdünya / Buhar Kaldırmak
Terry Pratchett
•
çeviren Niran Elçi
DeliDolu Yayınları
Atlas’ın artık gelenekselleşen “Yılın Kitabı” soruşturmasının 2024 ayağı için, 2024’te başladığım değil, 2024’te bitirdiğim bir kitaptan, daha doğrusu koca bir külliyattan söz etmek istiyorum.
"Diskdünya".
Fantastik edebiyat dünyasının en özel, en yaratıcı, en kendi-kişilikli yazarı Sör Terry Pratchett’ın otuz yıldan fazla bir zamana yayılan kült serisi “Diskdünya”yı bitirdik biz bu sene. Yazarın seri dışı kitapları, çocuk kitapları ve yan kitaplar hariç, tam 41 kitap. Ki onları da eklersek yayımladığımız kitap sayısı 49’a ulaşıyor (ve şimdiden söyleyeyim, 50. de yolda). Aynı yayıncı, aynı çevirmen, aynı editör hatta aynı son okumacıyla baştan sona tek elden çıkmış böylesi bir serinin parçası –editörü– olmak hem gurur hem de mutluluk verici. Geriye dönüp bu takribi on yıllık sürece baktığımda gerçekten iyi iş çıkardığımızı söyleyebiliyorum. Görse, rahmetli de takdir ederdi bence. İyi ki varmış, iyi ki yazmış.
Peki "Diskdünya"nın özelliği nedir de tüm dünyada bunca seviliyor, okunuyor? Bu sorunun maalesef –ya da belki iyi ki!– tek bir yanıtı yok. Fakat yanıtlarından biri, belki de en mühimi, bu serinin baştan sona iyi edebiyat olması: Fantezi-mizah kisvesi altında, insanlığa dair hemen her tür kurum ve kuruluşu, durumu, olayı, hikâyeyi ve bizzat insanları anlatıyor olması. Bunu yaparken okuru delicesine eğlendirmesi, keskin zekâ –ve yer yer deha– ürünü çıkarımlarıyla okuyanın zihninde de pasparlak kıvılcımlar ateşleyebilmesi. İnsanlara, yani, cıvadan yapılmış sihirli bir ayna tutması.
Aslında şunu da söyleyebilirim: "Diskdünya"yı "Diskdünya" yapan özellikleri, sıkı bir "Diskdünya" okuruna sorun; alacağınız yanıt ancak yanıtlayan kişiyi tatmin edecektir. Belki.
Tamam tamam, serinin son kitabına da kısaca değinmek gerekir sanırım, ne de olsa soruşturmanın konusu bu... Ama çok kısaca değineceğim gerçekten, zira hâlihazırda, Pratchett’ın yazdığı milyonlarca kelimeyi okudum (daha da olsa okurum) ve bu kelimelerden yeni bir şey yaratmak artık bana beyhude geliyor.
Son kitap Buhar Kaldırmak’ta, seriye sonradan dahil olan yıldızlardan Nemly von Lipwig, kadim şehir Ankh-Morpork’u Demir Yol ile tanıştırıyor.
Bu kadar. Bilenler için, koskoca bir roman içeriyor bu cümle.
Bilmeyenler içinse, hâlâ bilmemenin ve dolayısıyla ilk kez öğrenebilecek olmanın heyecanını.
Ve her zaman son sözü söyleme takıntılı biri olarak, son sözü bu defa elbette Sör Terry’ye bırakıyorum:
Adı hâlâ yaşayan kişi, ölü değildir.
Utku Özmakas
Bugünün Normali
Mark G. E. Kelly
•
çeviren Utku Özmakas
Kolektif Kitap
Bu sene iki çevirim yayınlandı: Tırmanan Faşizmin Kitle Psikolojisi ve Bugünün Normali. İkisini de okuyup sevip yayınevlerine önerdiğim bu kitaplar, Cem Eroğul ve Çiğdem Şentuğ gibi iyi editörlerle çalışmama imkân tanıdı. İkisine de müteşekkirim.
Daha önce başka bir kitabını çevirme şansına sahip olduğum ve bana kalırsa yaşayan en önemli Foucault uzmanlarından biri olan Mark G.E. Kelly’nin Bugünün Normali kitabı, çağımızın en çok altı çizilen kavramlarından birini, yani “normal”i farklı veçheleriyle kuşatan müthiş bir metin. Kelly, “norm” ve “normallik” kadar, işine geldiğinde “anormallik”e de neredeyse saplantı düzeyinde bir bağlanma ve talep üreten zihniyeti çözümlüyor. Bunu yaparken de politik bir pusula inşa ediyor. Trump’tan hukuka, cinsellikten nöroçeşitliliğe kadar çok geniş bir çerçevede, cari normlara bakarak -Foucault’nun ifadesiyle- “şimdinin ontolojisi”ni yapıyor. Böylelikle günümüzün bireyci ve narsisistik atmosferini incelikle ifşa ediyor.
Bitirmeden: Kültür emekçilerinin mücadelesinin başka hak mücadelelerine eklemlendiği; faşizmin gövdesindeki gedikleri genişlettiğimiz bir yıl diliyorum.
Volkan Atmaca
Ankara’da Bir Ev
Münevver Elif
•
Sel Yayınları'ndan çıkacak
Memuriyetimin ve halen kadrolu editörü olarak üç yılı aşkın bir süreyi geride bıraktığım SEL’de mesaimin hatırı sayılır bir kısmını çeviri kitaplar işgal etse de, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da gene bir yerli yapımdan söz edeceğim. Ama öncesinde, bu fırsatı tanıyan Eda Çaça’ya, tanış tanışmadık birçok meslektaşın sesini işitmemize imkân ve zemin hazırladığı için şükranlarımı sunmak isterim.
Üniversite yıllarında kıyısından köşesinden bulaştığım amatör tiyatro uğraşı sayesinde zamanla kalıcı bir zevke dönüşen radyo tiyatrosu dinletisi, kökalan hamlıkları içinden stilusumun erişebildiği birkaç güzide meraktan biri oldu. Geçen yılın sonlarına doğru tesadüfen keşfettiğim “Ankara’da Bir Ev” başlıklı podcast serisine ilgi duymamdaki birincil ayartı ögesi de içerikten önce Münevver Elif’in sesindeki tılsımlı tınıydı. Her bir kayıtta amatör bir radyocu hevesiyle çatılan metinsellik dinletiye hoş bir drama havası katıyordu. Üstelik önünüzdeki metinler, açtıkları tarihsel menfez içerisinde menzilinize girebilecek tema parçalarını zihninizde teyelleme olanağı veriyordu ki, dayandığı arşiv malzemesiyle, dinleyiciye ilgisi ölçüsünde şerit değiştirebileceği kavisli okuma güzergâhları vadeden bu bağlam bir yayıncı olarak beni özellikle cezbetti.
Yakın tarihimizden basına yansımış, toplumsal yapıya ve gündelik yaşama ilişkin dolaylı dolaysız pek çok ipucu barındıran, gündemi uzun süre meşgul hatta paralize etmiş, kimi belleklerde derin izler bırakırken, kimi de çok geçmeden unutulmuş garip, hazin, ürkünç olayların, soruşturma sürecini takip edebildiğimiz adli vakaların aktarıldığı podcast serisinden yaptığımız seçmede hem dönemin zamane insanına mahsus tuhaflıkları hem de toplumsal gerçekliğin yeniden üretimindeki değişmez dinamikleri açığa vuracak tipik refleksleri yakalamaya özen gösterdik. Kitap bilimsel bir araştırma iddiası taşımasa da, hikâyelerde atıfta bulunulan, çoğunluğu güncel gazete haberlerinin oluşturduğu kaynakların belirtilmesi önceliğimiz oldu. Hikâyelerde geçen ve deyim yerindeyse desen üzerinde birer “leke” gibi duran kimi olguları vurgulamak için küçük işaret levhaları bıraktık. 50’lerin başına tarihlenen tuhaf bir yamyamlık vakası vesilesiyle; ünlü mimar, şehir plancı Turgut Cansever’in de babası, vejetaryen Hasan Ferid Cansever’in üstelik tam da bu olay sonrası gördüğü lüzum üzerine yamyamlıkla ilgili kitap (bir kopyası kütüphanemde duruyor) kaleme aldığını öğrenmek hoş bir sürpriz oldu örneğin.
Ankara’da Bir Ev’i dinlerken yine tesadüf eseri fark edip ilgiyle okuduğum, hukuk mezunu Şilili yazar Alia Trabucco Zerán’ın, ülkesinin yakın tarihinde ayrı ayrı dönemlerde işlenmiş, kadınların alışılmışın tersine kurban değil fail olarak karşımıza çıktığı dört ilginç “kadın cinayeti”ni mahkeme tutanaklarına ve basında çıkan haberlere dayanarak anlattığı, anlatırken de olayların toplumda nasıl infial uyandırdığına ve adalet mekanizmasının egemen toplumsal cinsiyet kodlarını tahkim eden işleyişine değindiği Las Homicidas’ın yayın programımızda olduğu ve 2025 yılı sona ermeden basılacağı müjdesini de yeri gelmişken vereyim.
Yankı Enki
Dip Akıntıları
Kirsty Bell
•
çeviren Yasemin Çongar
Siren Yayınları
Başta Shirley Jackson’ın Güneş Saati (çeviren Berrak Göçer) ve Valeria Luiselli’nin Sahte Belgeler’i (çeviren Seda Ersavcı) olmak üzere 2024 yılı içerisinde üzerinde çalıştığım kitapların çoğu bende iz bıraktı fakat aralarında beni kalbimden ve zihnimden vuran, sonrasında elimden tutup kaldıran ve yeniden vuran ve bugün hâlâ silkelemeyi sürdüren kitap, Kirsty Bell’in yazdığı ve Siren Yayınları’nın Yasemin Çongar’ın Türkçesiyle yayımladığı Dip Akıntıları adlı eser oldu.
Kimi okurların roman gözüyle baktığı ama aslen kurgu olmayan, otobiyografik bir deneme diyebileceğimiz ya da son yılların öne çıkan tabiriyle “kurgudışı anlatı” diye niteleyebileceğimiz Dip Akıntıları, bir başucu kitabı olmayı aştı benim için, elim ayağım oldu.
Kendi dip akıntılarında boğulan yazarlardan David Foster Wallace, birçok okurun eli ayağı olan kitabı Bu Su’da (çeviren Derin İnce, Siren Yayınları) kendilerinden yaşlı bir balıkla karşılaştıklarında, onun “Su nasıl?” sorusuna “Su da neyin nesi?” diye tepki veren iki genç balığın fıkrasını anlattıktan sonra şöyle diyor: “Neyin gerçek ve gerekli olduğuna dair farkındalık, etrafımızdaki manzaranın içinde öyle gizlenmiştir ki kendimize sürekli hatırlatmamız gerekir: ‘Bu su.’”
İşte Kirsty Bell’in bu kitapta yaptığı tam da bu. “Bu su” diyerek yol göstermek. Berlin’de yaşayan bir sanat eleştirmeni olan Kirsty Bell, mesleği gereği görmek, bakmak ve fark etmek konusunda halihazırda yatkınlığı ve deneyimi bulunan biri. Bu kitapta da sonradan yerleştiği bir şehirde, Berlin’de, yeni taşındığı evle birlikte yeni bakmaya başladığı penceresinden yola çıkarak farklı bir açıdan görmeye başladığı özel hayatının ve aynı zamanda o manzarada (ve tabii ki tüm Berlin coğrafyasına ve Almanya tarihine yayılan bir sahnede) daha önce yer almış diğer hayatların da hikâyesini kayda geçiriyor. Bunu yaparken de her fırsatta sızmaya ve taşmaya yeltenen yeraltı suları üstüne kurulan bir şehrin dip akıntılarını, bir toplumun travmalarını, bir kültürün hayaletlerini yüzeye çıkarmaya uğraşmakla kalmıyor, kendi duygu ve düşüncelerinin de dip akıntılarını, bataklıklarını, taşkınlarını, sızıntılarını irdeliyor, kendi hayaletleri ve travmalarıyla karşılaşıyor.
Dip Akıntıları, insanı kalem ile deftere sevk eden, bakmaya, görmeye, düşünmeye ve yazmaya teşvik eden bir kitap. Kirsty Bell’in vurguladığı üzere “Su daima yolunu buluyor” ve bu kitap da bu yola dair bir harita. David Foster Wallace’ın Bu Su kitabının alt başlığında ifade edildiği gibi, “Yaşama uğraşına dair bir yol haritası.”
Comments