top of page

"Rumi" Hakkında

Mete Aygün

Röp. Çağlayan Çevik






Rumi’nin konusundan bahseder misiniz?


Rumi bir dönüşüm anlatısı. Küçük yaşta, doğup büyüdüğü ülkesinden alınıp, ne dilini ne de âdetlerini bildiği yabancı bir diyara getirilip, bambaşka birisine dönüştürülen, yaşamına Darko olarak başlayıp Hayrettin olarak devam eden küçük bir çocuğun, bir devşirmenin hikâyesi. Ancak sadece Darko’nun Hayrettin’e dönüşümünü değil, onun serüveninde aslında o coğrafyanın, o zamanın hikâyesini okuyoruz; çünkü anlatıya katılan her yeni karakterin neredeyse böyle bir kabuk değiştirme hikâyesi var. Çiftlik kâhyası Dursun, yıllarını o savaştan bu savaşa geçirip hiçbir yere bağlı olamamış eski bir askerden kökleri sıkı sıkıya toprağa tutunmuş çiftçiye evriliyor. Dudu kadın, çok uzaklarda doğmuş, bambaşka bir kültürden gelen, çok çekici olmasa da yüzüne bakılabilen, ama talihsiz bir kadınken, başına gelen binbir olayla, yaşam pınarı kurumuş ama iç huzurunu bulmuş bir “ana” olarak karşımıza çıkıyor. Hemen herkesin böyle bir metamorfodan geçiyor. Üst üste biriken bu yaşam öykülerinden görünmeyen hikâyeye ulaşıyoruz: Tıpkı üzerinde soluk alıp veren insanları gibi yaşadığımız ülke de farklılaşıyor; artık hatıraları çok uzaklarda kalmış olsa da, o devirde yaşayanların hâlâ andığı ismiyle Roma’dan, hiç durmadan gelip yerleşen unsurlarla Bilad-ı Rum’a dönüşüyor. Tek tek insanların iç dönüşümü ve yaşadıkları coğrafya ve zamanın makro dönüşümü diyebiliriz…

Bu dönüşüm ve devşirme meselesine vurgunuz dolayısıyla sormak istiyorum, Rumi’de vermek istediğiniz belli bir mesaj var mıydı?

Tek bir mesaj yok. Ama majör mesaj, “geçmiş” dediğimiz olgunun aslında bugünden çok farklı olmadığı olabilir. Geleneksel tarihi karakterleri ve olayları elinizle sıyırıp altta yatan hikâyeyi gördüğünüzde bugünü, gerçek insanları, sıradan hayatları, gündelik olayları, hırsları, üzüntüleri, korkuları çok tanıdık bulabilirsiniz. Doğal olanı budur. Oysa resmi tarih(ler) sentetiktir! Rumi’de hikâyesini okuduğumuz kahramanlar, adını tarih sayfalarından okuyamayacağımız kişiler. Tarih boyunca yaşadığımız coğrafyanın demografik durumunu damla damla şekillendiren, “Rumi”leşen binlerce isimsiz kahramanın birkaçının hikâyesi bu. Dikkatle bakınca hiç de “kahraman” değiller; hepsini gündelik yaşamın içinde görebilirsiniz.

Rumi’nin geçtiği dönem, alışıldık tarih anlatılarının biraz dışında bir zaman dilimi. Bunu seçmenizde özel bir sebep var mıydı?

İki savaş arası diyebiliriz; I. Kosova (1389) ve Ankara Savaşı (1402). Osmanlı devleti henüz imparatorluk değil. Ancak İstanbul alındıktan sonra bu yola girecek. Ama kokusu geliyor, hatta buram buram kokuyor. Yıldırım Bayezid Timur darbesi olmasa belki de Fatih Sultan Bayezid olarak anılacaktı ve Kayzer-i Rum unvanını küçük torunu değil de o taşıyacaktı. Osmanlı beyleri diğer beyler nezdinde “soylu” sayılmasalar da, Bayezid tam bir hakimiyet kurmuş ve “eşitler arasında birinci olmaktan çıkıp, saltanat dikte eden, yani sultan olmuştur. Yenilgi her şeyi ters yüz edecek, onun ahvadı bir süreliğine sadece çelebi unvanını taşıyabileceklerdir.

Bu dönem bizim tarihimizde maalesef bir utanç dönemi; uzun uzun söz etmeyi ya da o dönemde olup bitenlerden hikâyeler üretmeyi sevmiyoruz. Hiç de karanlık bir dönem olmamasına karşın (çünkü Osmanlı tarihine ilişkin ilk yazılı tarihi kaynaklar tam da bu dönemde ortaya çıkacak ve sonraki tarih yazımına kaynak olacaktır) sanki bilerek (ya da bilmeyerek) karartılıyor gibi.

Çok eğip bükmeden şunu söyleyeyim: Gerçek gerçektir. Ben kendi adıma gerçekle yüzleşmekten çekinmedim ve bilerek, isteyerek bu dönemi seçtim. Bunu yaparken de sıradan insanlar üzerinden okumayı tercih ettim.



Hikâyenin geçtiği coğrafya neresi?


Fetret öncesi Osmanlı coğrafyası; biraz Anadolu, biraz Tuna kıyılarına dayanmış Balkan toprakları. Ama sıklet merkezi Hüdavendigâr sancağı, yani Bursa’dır. Bursa çünkü o dönemde Osmanlı dünyasının bütün dinamikleri Bursa kaynaklıdır; “devlet” oradadır. Gide gide Edirne Bursa’dan rol kapacaktır. Çok beklemeden, daha fetretin ilk günlerinde… Devletin bütün kurumları suyun öte yanına taşınıverecektir. Bursa’dan ekonomik olarak bir üstünlüğü olmamasına karşın, muhtemelen Edirne’nin çok daha güvenli olduğu düşünülüyordu. Bu tutku ya da korku o kadar güçlüydü ki İstanbul’un alınışından sonra bile, Fatih dahil çoğu padişah günlerini geçirmek için Edirne’yi tercih ettiler. Ama bizim romanımızın kronolojik aralığında Bursa, Dar-ül İslam’ın göbeği ve henüz baştacıydı.

Romanda iki katmanlı bir akış söz konusu. İlkinde “kahramanımız” içinde bulunduğu durumu anlatıyor. Diğer kısımda ise hem onun hem çevresinin hikâyesini genel çerçeveden okuyoruz. Doğrudan bir hikâye akışı yerine böyle bir biçimi seçmeniz söz konusu “mesaj”ı ortaya koymak için miydi?

İlk yazılmaya başlandığında aslında tek “katman”lıydı. Anlatıcının ağzından ve di’li geçmiş zamanda sürdü gitti, sonradan kip değişti. Böyle yazmakta bir beis yok; sağlam bir yöntemdir ve sınırsız yazabilirsiniz. Ama roman üredikçe ve kütlesi arttıkça, yaptığım okumaların (yüzlerce defa okudum), bir metronom tekdüzeliğinde, ritmik ve pasif tüketilen, adeta seyirlik bir hale dönüşmeye başladığını düşündüm. Ben, metinlerin satır aralarını deşerek, anlatıyı yeniden üretmeyi severim. Dolayısıyla kendi metnime de bu şansı verebilmek çok önemliydi ve o aşamada metni eksik hissetmeye başladım. Bu yatay yayılımı kıracak ve metnin hacmini oluşturacak yeni bir anlatıcı, yani bir ordinat eklemek iyi olabilirdi; bu işlev için Hayrettin’den daha âlâsı olamazdı, öyle de oldu.

Ritmi kırmanın faydası nedir? Okuru yabancılaştırmak ve algının (buna mesaj da diyebiliriz) içine çekmek. Bunu eş dost okumalarında çok bariz gözledim; farklı farklı tepkiler geldi. Haliyle çok hoşuma gitti.

İkinci katman metni çok rahatlattı; çünkü kurgu diyalektik bir yapı kazandı, ki bu hem ekonomik hem de bölümlerin kronolojik yapısında özgürlük veriyor. Artık zaman düzleminde gerçekçi olmak zorunda değilsiniz. İki anlatıcı hem birbirlerine pas veriyor hem de örneğin Hayrettin’in çocukluğu ve yetişkinliği arasındaki sıçramalar gibi, geriye dönüşlerle, ileri zıplamalarla, arada diğer karakterlerin hikâyelerinin açılımlarıyla; farklı anlatı birimleri oluşurken, bağlam yani yapı hep yerinde durabiliyordu. Şu ana kadar okuyanlardan edindiğim izlenim, metnin hızlı okunduğu yönünde ve bu çok iyi, çünkü biçem hedeflerinden birisi gerçekleşmiş oluyor.



Rumi kitabını ne kadar bir zamanda kaleme aldınız? Tarihi bir dönemi anlattığı için bir araştırma da yaptığınızı düşünürsek ne kadar zamana yayılan bir serüven oldu Rumi’nin kendi hikâyesi?


Epeyce uzun. 2000’li yılların başında, Paris’te başladı. Aslında roman olarak da başlamadı. İlk kurguda radyo oyunuydu. Ama zaman ilerledikçe kendi kendisine evrildi. Yani metnin kendisi de bir dönüşüm hikâyesi. İlk başlarda metin tıkır tıkır akarken, giderek zorlaştı. Çünkü okunması gereken çok fazla şey vardı. Roman yazarken canınızın istediğini anlatabilirsiniz; yapıntı “aman canım sonuçta roman” diyerek hoş görülebilir. Ama yazdığınız metin “tarihi” kategorideyse iyi araştırmak, olmayanı olmuş gibi göstermemek gerekir. Dolayısıyla çok fazla okuma ve araştırma gerekiyordu. Araya boşluklar da girince “son” yazmak epey zaman aldı. Şöyle böyle 15 yıl…







bottom of page