top of page

Dijital Dünya Söyleşileri


Atlas Publishing Lab çatısı altında şekillendirdiğimiz Dijital Dünya Söyleşileri'nde bugünün bilgisi, tartışmaları ve sorunları üzerine çalışan ve üreten farklı disiplinlerden kişilerle konuşuyoruz. Hep bir şeylerden geri kalıyormuş gibi hissettiğimiz bugünlerde, dijitalleşen, hızlanan, odaklanamadığımız bu dünyada düşünceye yer açmayı ve değişen teknolojileri, alışkanlıkları, toplumları, iktidar ve üretim ilişkilerini ve değişen insanı birlikte incelemeyi amaçlıyoruz.



NFT, Blokzincir ve Dijitalleşen Sanat 1


Biçem Kaya & Mahir Yavuz

Editör: Mehmet Ekinci


@ Bu görsel Midjourney AI kullanılarak Mahir Yavuz tarafından üretilmiştir.



İnternetin Puslu Güç ve İktidar Dinamikleri

Eşyanın Tabiatı mı? Teknoloji Tasarımcılarının Tercihi mi?



Biçem Kaya: Toplumun dijitalleşmesi tartışmaları, 2008 Küresel Ekonomik Krizi’yle birlikte doğan blokzincir teknolojisi temelli Bitcoin ile farklı bir yön aldı. Ardından Ethereum, DeFi, DAO ve NFT vb. dijital bilgi üretim ve paylaşım formları geldi. Tüm bu gelişmeler, blokzincirler etrafındaki yörüngelerde konumlanmaya başlamışken dijital ekosistemin nasıl çalıştığını, kapsam alanını ve bu ekosisteme dair ortaya atılan gelecek kurgularını açıklama iddiası taşıyan Web 3.0 ve Web 3 gibi yeni terimlerle daha sık karşılaşır olduk.


Öncelikle biraz teknik bir soruyla başlamak istiyorum. Yazılım dünyasına uzak olan bizler için “Semantik Web” olarak da geçen Web 3.0’ı, Web 2.0’dan ayıran temel farklılıkları nasıl açıklarsın? Web 3.0 ile Web 3 arasındaki nüansları da es geçmemek gerek. Bu iki terim arasındaki farklar neler? Ve bu farkları anlamak günümüz internet ve toplum ilişkilerini kavramak için neden önemli?


Mahir Yavuz: Web 1.0, 2.0 ve 3.0 internet kuşaklarını tanımlamak için kullanılan terimler. Y kuşağı, Z kuşağı gibi düşünebiliriz. Genel olarak kuşaklar arası geçişler çok net olmasa da internet araştırmacıları ve dijital toplum “pundit”lerine göre belirli dönemlerin belirli özellikleri var. Mesela Web 1.0 yani internetin ilk hali çok daha az etkileşimliydi. Yayıncılar (kurumsal ya da kişisel) yayınlamak istedikleri içerikleri (genelde metin olarak) sayfalarında paylaşıyorlardı, biz de bunlara erişiyor, okuyup tüketiyorduk. “Read only” özelliklerin baskın çıktığı, kullanıcının içeriğe müdahil olmadığı bir dönemdi. Yeni bir mecra olmasından ve biraz da kuralsızlığından ötürü bazı açılardan internetin en dağınık ve bir anlamda da en bağımsız, kontrolsüz, anonim olduğu dönemin bu dönem olduğunu düşünebiliriz.


Web 2.0 yani sosyal web ya da kullanıcıların içeriklere hâkim olduğu web şu anda içinde bulunduğumuz dönem. Sosyal mecralar üzerinden yürüyen bir içerik üretimi ve tüketimi söz konusu. En yüksek değere sahip şirketler genelde bu alanlarda çalışan şirketler vs. Bu içerikler hâlâ büyük şirketler üzerinden dağıtıldığı için her ne kadar parçalı bir yapısı olsa da merkezi bir depolama, dağıtım ve kontrol söz konusu. Kimi zaman kimi yerlerde, örneğin Türkiye’de Youtube’un kapatılması, Twitter’a erişimin yavaşlatılması ya da bir içeriğin silinebilmesi vakalarında gördüğümüz gibi, merkezi sistemin hiç de bağımsız olmadığının kanıtı.


Web 3.0 ve Web 3 ayrımına gelecek olursak, bunun farklı kişilerin neredeyse aynı terimi kullanmasıyla ortaya çıkan bir ayrım olduğunu söyleyebiliriz. “Web 3.0”, Tim Berners-Lee’nin ortaya attığı internete bağlı her şeyin birbirine semantik olarak bağlanacağı bir internet vaadini ifade ediyor. “Web3” ise ethereum kullanıcı ortağı Gavin Wood’un ortaya attığı, büyük şirketlerin merkeziyetinden kurtulmak için verilerin blokzincir üzerinde depolanmasını öngören bir merkeziyetsiz internet vizyonunun karşılığı. Bana göre bu terimlerin ikisi de Web 2.0’ın ötesini anlatmayı amaçlıyor. Söylemde sadelik olsun diye ben ikisini de Web 3.0 diye ifade edeceğim.

Bence Web 3.0 şu an için sınırları tam çizilmemiş ama internetin daha semantik, daha merkeziyetsiz ve internet aygıtlarının birbirine daha da bağlı olduğu bir dünyayı anlatıyor. Web 3.0’ı, Web 2.0’dan ayıran en temel özelliklerden biri merkeziyetsizlik vaadi. Vaat diyorum, çünkü bunun sosyal ve ekonomik olarak gerçekleşme ihtimali belirsiz. Genelde konu teknik açıdan tartışılıyor. Merkeziyetsiz para, ekonomi, internet, vb. elimizdeki blokzincir teknolojileri bunu gerçekleştirebilecek bir noktada ama gerçekleşmesi durumunda şu ankinden farklı şirketler ve ekonomik alışkanlıklar oluşacaktır. Buna ne kadar hazırız ya da halihazırda gücü elinde bulunduranlar (örneğin çokuluslu şirketler veya internet altyapısını kontrol eden devletler) bu konuda ne kadar istekli emin değilim. Dijital paralar veya kontrolsüz, blokzincir tabanlı sosyal ağlar bunun en bilinen örnekleri. Paranın devletlerin denetimi olmadan kullanılabilmesi mümkün mü? Ya da sahibi ve filtreleme mekanizması olmayan bir sosyal medyaya devletler veya kurumlar izin verir mi? İşin sonunda konu dönüp dolaşıp güç, filtreleme ve para akışının kontrolüne geliyor.



B.K. Kişisel verilerin insan haklarına aykırı şekilde takibini, kaydını yapıp, rıza olmaksızın üçüncü taraflara satan Google, Facebook gibi dev teknoloji şirketleri, devletlerle işbirliği yaparak büyük denetim mekanizmaları yaratmış durumda. Her beşeri eylemin kaydının tutulduğu bir ortamda bireyin özgür olup olmadığı sorusunun artık geçerliliğini yitirdiğini ortaya koymak lazım. Veri asimetrisinden kaynaklanan büyük bir gözetim ve şeffaflık krizi yaşıyoruz.


Senin açık kaynaklı veri çalışmaların var ve bu konuda sosyal medyada düzenli olarak paylaşımlar yapıyorsun. Açık kaynak çalışmalarının veri asimetrisiyle mücadele konusunda neler başardığını düşünüyorsun? Kendi çalışmaların ve motivasyonların ışığında bugün gelinen noktayı nasıl değerlendirirsin?


M.Y. Buradaki kilit kelime şeffaflık. Şeffaflık her zaman için kurumlarla bireyler ya da devletlerle bireyler arasında kısıtlı bir ölçüde mümkündü. Şu anda ise daha da az şeffaf bir ilişki biçimiyle karşı karşıyayız.


Bana göre kişisel verilerin toplanması, istiflenmesi, işlenmesi ve bilgilendirme olmadan kullanılması son 10 yılın en önemli küresel trendi. Bununla sadece çokuluslu şirketler değil devletler de çok ilgili. Twitter şeffaflık raporu, Brookings Institute’un ABD özelinde yayımlandığı polis gözetleme raporu veya ABD gümrük memurlarının ülkeye gelen yolcuların telefon verilerini kopyalaması bu durum için birer örnek olarak değerlendirilebilir. Burada bence iki temel mesele var. Birincisi veri toplama ve işleme sistemleri, ikincisi toplanan verilerin niteliği. Bu iki konuda da bir tür “fog of war” ve belirsizlikler silsilesi söz konusu. Şu an ben dahil hiçbirimiz kendisiyle ilgili hangi şirkette ya da devlette ne verisi olduğunu, bunların ne şekilde toplandığını bilmiyoruz. Bu aslında biraz da “by design”, yani bu mekanizmaları tasarlayanların açık etmek istemedikleri bir durum.


Bu bağlamda açık kaynak çalışmalarında, a verisi ya da b verisine odaklanmaktan ziyade veri toplayan ve işleyen sistemlere odaklanmanın, onları açık etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Benim içinde bulunduğum bazı projelerin de çıkış noktası genelde buydu. Örneğin 2016 senesindeki AI Future Commons atölye çalışması. Bu alanda yapılmış güzel çalışmalar, yazılmış güzel kitaplar var. Mesela, Jer Thorp’un Living in Data: A Citizen’s Guide to a Better Information Future kitabı, Kate Crawford’un Atlas of AI: Power, Politics, and the Planetary Costs of Artificial Intelligence çalışması ve Brian Christian’ın The Alignment Problem: Machine Learning and Human Values kitabını sayabiliriz. Sorunun verilerden ziyade sistemlerle ilgili olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.


Bağımsız yazılımcıların, araştırmacıların ya da grupların yaptığı açık kaynaklı projeler ve girişimler ne yazık ki geniş kitlelere yayılmıyor ve genel olarak insanlar kolaylığı şeffaflığa tercih ediyor. Bugün gelinen noktanın geçmiş birkaç seneye göre biraz daha iyi olsa da pek parlak olmadığını düşünüyorum.



@ Bu görsel açık kaynaklı Stability AI kullanılarak Mehmet Ekinci tarafından üretilmiştir.



B.K. Veri asimetrisi konusunu karamsar bir mercekten incelemeye devam etmek istiyorum. Daha küresel ölçekte bir gözlemi paylaşayım. Dünyanın ABD ile Çin-Rusya blokları arasında kutuplaştığı bir süreçteyiz. Savaşlar, ekonomipolitik eylem planları söz konusu kutuplaşmanın yarattığı gerginlikte yürütülüyor. İnternetin kontrolü de öyle. Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde iki blok, internetin kontrolünde farklı politikalara sahip. Google, Facebook gibi internet tiranlarıyla ağın çok büyük bir kısmını zaten ABD kontrol ediyor ve bir noktada interneti ABD yönetiyor gibi bir noktaya varıyoruz. Öte yandan Cambridge Analytica skandalıyla birlikte sadece kişisel verilerin usulsüz kaydı ve kullanımı konusu değil ABD yönetiminde şirketlerin payı gözler önüne serildiğinde ABD’nin de internetle yönetildiğini anladık. Avrupa liderlerinden konuyla ilgili gelen tepkiler internetin demokratikleşmesi, düşünce özgürlüğünün ihlal edilmemesi yönünde olsa da sesler cılız çıkıyor ve samimiyetinden pek de emin olamadığımız şekilde tınlıyor.

Çin ve Rusya ise demokratikleşme gibi bir kaygıyı taşımadıklarını açıkça ifade ediyorlar ve ülke içinde daha kapalı ve kontrollü bir internet modeline sahipler. İnternet açıkça bir denetleme aracı olarak işliyor. Dünyanın geri kalanındaki neofaşist yönetimler de bu modelden aldıkları “ilhamla” istedikleri zaman istedikleri bağlantılara erişimi sorgusuz sualsiz ve süresiz engelleyebiliyor. Geride kalan bizler, bu iki çıkmaz sokak arasında gidip geliyoruz.


Bir de bu kutuplaşma gölgesinde ilerleyen gündem var: blokzincir yörüngesindeki projeler, Web 3 hayalleri, internetin özgürleşmesi bağlamında tartışılması gereken merkeziyetsizleşme ve teknolojinin demokratikleşmesi vb. Tabii blokzincir ekosisteminin tanıdık “beyaz erkek” profilindeki katılımcılarının bir başka kazananlar kaybedenler besin zinciri yarattığını istatistiklerden okuyunca da umut tazelediğimiz pek söylenemez. (GEMINI’nin 2021 raporuna göz atılabilir.) Mevcut çoklu kutuplaşmaları sen nasıl değerlendirirsin? Web 3’e kurtarıcı misyonu yüklemek ne kadar gerçekçi?


M.Y. Çizdiğin tablo büyük oranda gerçekçi. Şu anda Batı (temel olarak ABD) ve Çin-Rusya eksenli bir ikili internet düzeni var gibi. Biri bağımsız olduğunu iddia eden bir internet, diğeri ise açıktan kapalı ve denetimci olduğunu ilan eden bir internet politikası izliyor. ABD’nin başını çektiği Batı ekolü işin merkezine parayı ve kapitalizmi koyduğu için internetin belli bir ölçüde bağımsız ve kontrolsüz olması şart. En azından yeni fikirlere ve uygulamalara belli oranda açık olması gerekiyor. Çin ve Rusya gibi ülkelerin böyle dertleri yok. İki kutuplu bir internet statükosu giderek gerçek oluyor. Ama bu kutupların içinde de farklılıklar söz konusu. Türkiye’deki internet yasak ve kısıtlamaları İran’dan farklı olabiliyor. Ya da Kazakistan gibi bir ülke İsrail in ürettiği gözetleme teknolojisini satın alabiliyor. ABD menşeli kapitalist internet anlayışındaki en önemli sıkıntı ise önemli kararların neredeyse tamamen şirketlere bırakılmış olması. İnternetteki ciddi yapısal değişikliklerin ya da kullanıcıları etkileyen kararların sahibi genellikle Google, Amazon, Facebook, Apple gibi şirketler.


Bir diğer nokta da Çin-ABD eksenindeki altyapı savaşları. İnternet sonuç olarak ağ protokolleri ve altyapı üzerinden işleyen bir sistem. Kablo, uydu ya da 5G gibi sistemlerin önemi büyük. Bu iki kutupluluğu 5G network çekişmesi üzerinden görebiliriz. Çin, Huawei üzerinden kendi 5G teknolojisini Afrika ve diğer gelişmekte olan ülkelere pazarlamak istiyor ve ABD buna kesinlikle karşı. Bunun bu teknolojiyi kullanan ülkeler için ciddi bir güvenlik sorunu olduğunu savunuyorlar. Burada hem ticari hem de politik bir güç savaşı var.


Bu ortamda Web 3’ün kurtarıcı bir misyonu üstlenebileceğini ve bunu başarabileceğini ne yazık ki düşünmüyorum. Web 3 teknolojisini geliştiren ve dağıtanların da bu altyapıya ve sermayeye ihtiyacı var. Bahsettiğimiz ikilikten ve iki farklı süper güçten bağımsız olarak Web 3’ün gelişmesinin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Muhtemelen taraflar kendi anladığı tarzda Web 3 teknolojilerini geliştirip bunları dünyaya pazarlamaya çalışacaklar.



B.K. Meselenin bir de algoritmik önyargı kısmı var. Yapay zekânın işlediği veriler sonucu ırkçı, cinsiyetçi davranışlar ortaya koyduğunu biliyoruz. Joy Buolamwini’nin yüz tanıma sistemi üzerinde yaptığı çalışmada yapay zekânın Michelle Obama, Serena Williams gibi önemli siyah ve kadın figürleri tanıyamaması ancak erkek profilleri %99’a yakın doğru tahmin etmesi oldukça önemli bir farkındalık yaratmıştı.


Konuyu şuraya bağlayacağım. Blokzincir teknolojisini temel alan, pandemi sonrası dünya için oldukça olası gelecek senaryolarından biri e-toplum. Devletin sağlık ve eğitim gibi başat hizmetlerinin, dijitalleşmenin nimetlerinden faydalanarak daha hızlı ve sorunsuz çözülmesi hedefleniyor. Tabii bu durumda yapay zekâ sistemin önemli araçlarından biri. İşin içine bir de algoritmik önyargıyı katarsak gelecekte bizleri bekleyen çok ciddi problemler olduğunu görebiliyoruz. Sence algoritmik önyargının önüne geçilebilir mi? Sistematik faşizm, ırkçılık, cinsiyetçilik konusunda teknoloji neler yapabilir? Orkan Telhan ile ortak çalışmanız olan “United Colors of Dissent”den gelen reflekslerle “Akıllı Şehir” meselesini böyle bir senaryoda nasıl konumlandırırsın?


M.Y. Algoritmik önyargı konusu ABD’de hayli yaygın. Güvenlik yazılımlarında, iş başvuru yazılımlarında, sabıka kaydı reklamlarında, sağlık alanında ve daha birçok alanda kullanılan algoritmalarda genel olarak beyaz ve erkek olmayanlara ayrımcılık yapıldığı bir gerçek. Fakat bana göre bu genel olarak algoritmaların değil, algoritmayı besleyen verilerin ve o verileri üreten toplumun bir sorunu. Çoğu öngörü (prediction) algoritması bir olasılığı hesaplamaya yönelik geliştirilmiştir. Eğer sistemdeki veriler belli bir önyargıyı besliyorsa algoritmanın bunu tespit etmesi çok da şaşırtıcı değil. Yapılması gereken şey algoritmayı nerede kullanmamamız gerektiği konusunda akıl yürütebilmek ve toplumdaki sıkıntıları otomasyonla daha da berbat bir hale getirmemek. Algorithmic Justice League (AJL) bu konuda proje ve araştırma üreten gruplardan biri. AI Now Enstitüsü de yapay zekâ sistemlerinin nasıl kullanıp kullanılmaması gerektiğini araştıran bir diğer grup. Bu konu hakkında Brookings’in yayınladığı algoritmik önyargı tespiti ve bunun telafisi raporu da iyi bir kaynak olarak bakılabilir.


Akıllı şehir konusuna gelecek olursak. Ben birçok akıllı şehir projesinin sınırsız ve kontrolsüz bir gözetleme sistemi kurmak için güzel bir pazarlama taktiği olduğunu düşünüyorum. Tabii ki hepsi öyle olmayabilir ama çoğu bu amaçla ortaya çıkmıştır. Çoğu tek merkezli yönetim ve veri depolama modelleri önermektedir. Bu tip projelerin öncelikli uygulamalarına bakarsanız genel olarak birbirine bağlı bir kamera ağı ve yüz algılama sisteminin en temel yazılım olduğunu görürsünüz. Bunun amacı şehri akıllı yapmak değil insanları takip etmek olabilir. Çin, ABD ve İngiltere gibi devletler bu alanda özellikle 11 Eylül sonrasında ve kamera teknolojisinin ucuzlamasıyla çok ciddi yatırımlar yaptılar. Türkiye'de de son dönemde küçük büyük neredeyse her kasaba ve ilçenin giriş çıkışında kameralar var. Bu tip teknolojilere bakarak şehirler akıllı oluyor diyemeyiz.


Biraz karamsar olacak ama ne yazık ki yapay zekâ uygulamaları ve akıllı şehir gibi bilimkurgusal anlatılar, genel olarak günümüzde çokuluslu şirketlerin kâr paylarını artırmaya yönelik hamle yapabilmesi veya devletlerin bu teknolojileri vatandaşlarını kontrol altına tutabilmesi, farklı görüşte olanları hızlıca tespit edebilmesi için kullanılıyor. Bu anlatılar bize çok parlak ve rahat bir gelecek vaat ediyormuş gibi görünse de arka planda başka bir hikâye var. Araştırmacılar hatta sade vatandaşlar bile kendilerine bu teknolojiler sunulduğunda şu soruları sormalı diye düşünüyorum: 1) Bu teknolojiyi üreten kim? Kâr amaçlı bir şirket mi? Devlet mi? Yoksa bağımsız bir örgüt mü? 2) Bu teknolojinin kullanılması bize sunulan hikâyeden öte ne sonuçlar doğurabilir? 3) Bu teknoloji üzerinden kim para kazanacak?


Hep birlikte bu tarz soruları daha çok sorabilirsek gerçekten vaat edilen bağımsız ve merkeziyetsiz bir internete kavuşabileceğimizi umarım.



Mahir Yavuz

Daha önce farklı teknoloji şirketlerinde veri bilimleri ve yapay zekâ üzerine çalışan Mahir Yavuz şu anda New York şehrinde büyük bir teknoloji şirketinde yapay zekâ takımlarına yöneticilik yapıyor. Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı ve Linz Sanat Üniversitesi Arayüz Kültürleri (Interface Cultures) bölümlerinde okudu. Ars Electronica Futurelab bünyesinde, veri bilimi ve akıllı şehirler üzerine çalıştı. 2011’den beri belirli aralıklarla Onur Akmehmet ile “Adaptasyon” podcast serisini yapıyor.


Biçem Kaya

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki eğitiminin ardından devam ettirdiği mimarlık

kariyerinin yanı sıra Bant Mag. dergisinde editör olarak içerik/haber hazırlamakta ve söyleşiler yapmaktadır. Son yıllarda teknoloji ve mimarlık kesişiminde kişisel araştırmalarına devam etmektedir.





bottom of page