top of page

Atlas Röportaj: Angela Saini



Toplumsal Cinsiyet, Irk ve Erk Kıskacında Bilim


Röportaj ve Türkçe çeviri: Seza Özdemir


Editör: Eda Çaça

İngilizcesi için tıklayın



Kadınların kimliği, bedeni, toplumdaki yeri ve kariyeriyle ilgili tartışmalar hem toplumsal ve siyasal alanda hem de sokakta güncelliğini koruyor. Ayrıca mülteciler, göç, farklı kültürler ve ekonomik krizle beraber ırk kavramı ve ırkçılık tartışmaları da gündemimizden hiç düşmüyor. Peki ya bilim bu konularda ne diyor? Bugüne kadar neler demiş, dahası bundan sonrası için bize ne söyleyebilir? Kadınlar, ırk ve erk kavramlarının bilim alanındaki yansımaları üzerine çalışmalarıyla tanınan ödüllü bilim gazetecisi Angela Saini’nin bu yıl Türkçede Minotor Kitap tarafından yayımlanan Alttakiler: Bilim Kadınları Nasıl Yanlış Anladı ve Üsttekiler: Irk Biliminin Geri Dönüşü adlı kitapları, yukarıdaki soruların peşine düşecek okurlar için ilginç yanıtlar barındırıyor.


Angela Saini, bilimde ilk zamanlardan bugüne “ırk” kavramının izini sürdüğü Üsttekiler (Superior) adlı kitabında dünyanın dört bir yanından genetikçiler, antropologlar, tarihçiler ve sosyal bilimcilerle görüşerek ırkçılığı besleyen bilim çalışmalarını gözler önüne sererken aynı zamanda bilimsel araştırmalardaki “ırkçı” bakış açıları ve güdülerin tamamen yok olmadığına da dikkat çekiyor. Alttakiler’de (Inferior) ise bir yandan bilim alanında kadınların temsiliyetini sorgularken diğer yandan biyoloji, psikoloji, nörobilim ve antropoloji alanlarında bugüne dek kadının bedeni, beyni ve insan evrimindeki rolü üzerine yapılmış çalışmaları irdeleyip güncel çalışmalarla karşılaştırıyor. Bunu yaparken kadınlar ve erkekler arasındaki farklara odaklı toplumsal cinsiyet kodları ve önyargılarla geçmişten bugüne kadar çizilegelmiş kadının portresinde bilimin nasıl bir payı olduğunu gözler önüne seriyor; kadının gerçek gücü, yaratıcılığı ve üretkenliğine işaret eden güncel bilimsel çalışmaları da okurlarla paylaşıyor.





“Cinsiyetlendirilmiş baskı en derinden ilerler ve kökleri siyasi, kültürel ve toplumsaldır. Eğer onunla savaşmak istiyorsak toplumların ve devletlerin ataerkilliğe neden bağlı kalmaya devam ettiğine bakmamız gerekiyor.”



Seza Özdemir: Bugün bizimki gibi bir ülkede bile Adem ve Havva'nın hikâyesi hâlâ pek çok kişi için kutsal ve okullarda Charles Darwin’in evrim teorisinin okutulmasına karşı çıkılabiliyor. Alttakiler’in daha ilk başında Darwin ile Caroline Kennard arasındaki yazışmaları okumak, Darwin’in cinsiyetçi yaklaşımının nasıl eleştirildiğini hatırlamak ilginçti. Kitapta Darwin’in kendi döneminin (Viktorya dönemi) erkeği olduğunu söylüyor ve şunu ekliyorsunuz: “Charles Darwin’in kadınlar hakkında yazmış olduklarına rağmen evrim teorisi, aslında kadın hareketi için büyük umut vaat ediyordu.” (s. 39) Gerçekten de evrim teorisinin kendisi bile Yaratılış hikâyesini yıktığı için başlı başına önemli. Bunun kadın hareketine katkısını biraz açıklayabilir misiniz? Ayrıca bugünkü evrimsel biyoloji çalışmalarını bu açıdan nasıl değerlendirirsiniz?


Angela Saini: Evrimsel biyoloji, on dokuzuncu yüzyılda bazı insanların insanlık tarihine dair tasavvurunu kökten değiştirdi. Hiç kuşkusuz, Havva’nın Adem’e bir tür refakatçi gibi hizmet etmesi amacıyla onun kaburga kemiğinden yaratıldığına dair dini inançları alaşağı etti ve bunu yaparken kadınlara sunduğu yer sadece bir eş ve anne olmaktan çok daha fazla potansiyeller taşıyordu; onlara erkekten bağımsız bir fail olarak kendi başına var oldukları bir alan açtı.


Şunu unutmayın, o dönem birçok ülkede kadınların oy verme hakkından yoksun, tam yurttaş sayılmadıkları ve genellikle yasal olarak babalarına ya da kocalarına bağımlı oldukları bir dönemdi. Kadının “doğal yeri” hakkındaki dini inançlar, evliliği idare eden yasaları tanımlamaya katkı sunmuştu, dolayısıyla evrim teorisi bu anlamda tam bir değişim yarattı. On dokuzuncu yüzyıl ortasında kadın hakları eylemcilerine göre bu, bizlerin hep birlikte evrimleştiğimiz ve kadınları erkeklerle eşit olmaktan alıkoyacak hiçbir doğal sebep bulunmadığı argümanıyla beraber erkeklerle yan yana aynı işlerde çalışmak için, kamusal hayattaki yerlerini savunmak için bir şanstı.


Fakat tabii ki o dönemin erkek bilim insanları, iktidardaki herhangi birinden daha az cinsiyetçi değildi; aksine yanıltıcı, bilimsel olmayan biyolojik argümanlar kullanmaya başlayarak bakıp büyüten ve besleyen kimse olarak kadının yerinin ev olması gerektiğini iddia ettiler. Bizzat Darwin, kadınların erkeklerden daha az evrimleştiğini, zihinsel olarak doğuştan daha zayıf olduklarını düşünüyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, kadınlar bilim alanına çok daha fazla dahil oldukça ve bu alanlarda uzmanlaştıkça, kadın biyolojisiyle ilgili bu mitler nihayet yeniden kaleme alındı. 1970’ler ve 1980’lerde Sarah Blaffer Hrdy ve Patricia Gowaty gibi öncü evrimsel biyologlar kendi alanlarındaki cinsiyetçi mitlere karşı çıktılar – bunlara kadınların doğal olarak iffetli olduğu veya kadınların, her zaman özverili biçimde çocuklarını kendilerinden önde tuttukları iddiaları da dahil. Kadınların, hepsinin kaderinin evin angaryalarıyla uğraşmaya biyolojik olarak bir şekilde yazgılı, basit canlılar olmadıklarını kendi meslektaşları olan bilim insanlarına hatırlattılar.



S.Ö.: Kitapta, bilimsel araştırma bulgularını önyargıyla kadınların aleyhine olacak şekilde tanımlayan Robert Trivers, Frank Marlowe, Baron-Cohen gibi bilim insanlarının yanı sıra Kristen Hawkes gibi feminist bilim insanlarıyla da röportajlar yaptınız. Hawkes’la röportajınızdan bir alıntı düşündürdü, Hawkes şöyle diyor: “Eğer biyolojiye sahiden önem veriyorsanız nasıl olur da feminist olamazsınız?” (s. 28). Feminist bakış açısının bilimsel çalışmalarda her daim gözetilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?


A.S.: Bence herkesin bakış açısının bilimde bir yeri olmalı. Sorun, araştırmalar sadece belirli birtakım müşterek deneyimleri olan, dar bir insan kümesi tarafından yapıldığında ortaya çıkıyor. Batı bilimindeki tarihsel cinsiyetçilik ve ırkçılıktan görebildiğimiz gibi, önyargı riski devasa hale gelir. Daha fazla bakış açısıyla (kadınların, azınlıkların, her kesimden insanların bakış açılarıyla) daha iyi sorular sormak ve önyargılarımızla mücadele etmek için daha iyi bir fırsatımız olur.


Akılda tutulması gereken en önemli şey şu ki bilim politiktir. Avrupa’nın bilim akademileri kadınları başından beri elbette dışladılar. Londra’daki Kraliyet Topluluğu (Royal Society) kadınları üyeliğe ancak 1945’te kabul etmeye başladı (bu, benim babamın doğduğu yıl). Siyasetin bilim insanlarının çalışma biçimini nasıl etkilediğini fark ettiğimizde ve bunu sorguladığımızda ancak bilimsel hakikate sahiden ulaşırız. Bunu yapmazsak geçmişin bilimsel hatalarını sonsuza dek devam ettirmeye mahkûmuz.



“İnsanlar genel olarak bir şeyi daha iyi fark etmeye başladılar, o da, bireyler olarak toplumsal cinsiyet ya da biyolojik cinsiyetimize nazaran fizyolojik bakımdan çok daha fazla farklılık gösterdiğimizdir.”



S.Ö.: Kitapta kadın ve erkek beyni arasında fark olduğunu iddia eden “empati kurma-sistemleştirme teorisi” gibi araştırmalar ile bu tür araştırmaların önkabullerle yola çıktığını, beynin aslında böyle farklılıklar taşımadığını söyleyen karşıt araştırmalara yer veriyorsunuz. Bu noktada Cordelia Fine ve Gina Rippon’un eserlerinde de gördüğümüz “nörocinsiyetçilik” kavramından bahsediyorsunuz. Bu kavramı biraz açıklayabilir misiniz?


A.S.: Nörocinsiyetçilik beyin araştırmalarının etkilendikleri toplumsal önyargıyı ifade etmekte kullanılır, bu da nörobilimcilerin kadın ve erkek beyni arasındaki mevcut büyük çaplı benzerlikleri göz ardı ederek önemli farklılıklar aramalarıdır. Halbuki beyni anlamaya daha yeni başladık ve toplumsal cinsiyet stereotiplerinin, biyolojinin sıklıkla sağlam olmayan kanıtlarına dayandığını göstermeye bu kadar çok çaba harcandığını görmek son derece rahatsız edici. İngiliz nörobilimci Gina Rippon bu bakımdan bir kahraman, çok sayıda absürd ve çağdışı iddiayla mücadele ediyor, örneğin erkeklerin kadınlardan daha büyük beyne sahip oldukları ve bunun onları bir şekilde daha akıllı kıldığı fikri gibi.


Bir dereceye kadar bu alan çoktan ilerlemeye başladı. Dikkatimi çeken şu ki bugünlerde nörobilim çalışmaları arasında insanın nefesini kesen dalaverelerin sayısı azalmış durumda, ayrıca beyin tarama teknolojilerinin kısıtlılıklarına dair değerlendirmeler ve onların hataya ve yanlış yorumlamaya ne denli açık olduğunu gösteren bir sürü çalışma olduğunu fark ettim. Kadınların ve erkeklerin beyinlerinin temelde farklı olduğu yönündeki tuhaf, özcü savı ileri süren makaleler görmeniz bugünlerde çok daha düşük ihtimal. İnsanlar genel olarak bir şeyi daha iyi fark etmeye başladılar, o da, bireyler olarak toplumsal cinsiyet ya da biyolojik cinsiyetimize nazaran fizyolojik bakımdan çok daha fazla farklılık gösterdiğimizdir.



“Kitapta menopoz üzerine bir bölüm yazmak, yaşlanmanın getirdiği güzelliği ve dayanıklılığı kavramamı sağladı. Kadınlarda gençliğin önemsendiği ve hepimizin umutsuzca genç kalmayı istediğimiz bir çağda, bu bana ileri yaşların değerini (büyükannelerden oluşan sayısız kuşak tarafından büyütüldüğümüzü) hatırlattı. Artık menopozdan korkmuyorum.”



S.Ö.: Kitapta çok kapsamlı şekilde ele aldığınız menopoz, nadiren ele alınan ve konuşulan bir konu. “Büyükanneler hipotezi” de bu açıdan gerçekten ufuk açıcı. Kitapta şöyle diyorsunuz: “Hawkes’un araştırması ne kadar tartışılır olursa olsun, yaşlı kadınların evrimsel çerçeveye dahil edilmesine katkıda bulundu. Yaşlanma üzerine tümüyle farklı ve daha olumlu bir düşünme tarzına kapı açılmış oldu. Ayrıca günümüzde menopozun, korkulmaktan çok aslında hoş karşılanması gerekip gerekmediğini sorgulayan daha kapsamlı bir çalışmalar bütününün de önemli bir parçasını oluşturuyor.” (s. 279) Bugünlerde Asya ve Ortadoğu’da genç nüfus hızla artarken Avrupa’da tam tersi yaşanıyor. Bunu göz önüne aldığımızda “işbirlikçi büyükanneleri” ve onların potansiyelini daha iyi anlamanın katkıları neler olabilir?


A.S.: İstatistiksel olarak şunu biliyoruz ki bir büyükannenin varlığı, torunlarının hayatta kalması ve daha uzun yaşaması ihtimalini ortalama olarak arttırıyor ve bilim insanları bunun, insanların diğer primatlara kıyasla neden doğurganlığı bittikten sonra bile uzun yıllar yaşamak yönünde evrimleştiğinin nedenlerinden biri olabileceğini düşünüyorlar. Bu aynı zamanda birçoğumuzun doğrudan deneyimle fark edebildiğimiz de bir şeydir. Örneğin, eşimin annesi kendi oğlumu büyütmemde büyük rol oynadı, tıpkı babası gibi.


Sosyal bir tür olmamız çok belirleyici ve insanlar söz konusu olduğunda “Çocuk yetiştirmek için bir köy gerekir” atasözünde büyük bir doğruluk payı var. Birbirimizden izole yaşamıyoruz, çocuklarımızı nadiren tek başımıza büyütüyoruz. Birbirimize ihtiyacımız var ve o köyü oluşturmak için farklı kuşakların sahip olduğu kendine özgü beceri ve yetenekler var. Şahsen, kitapta menopoz üzerine o bölümü yazmak, yaşlanmanın getirdiği güzelliği ve dayanıklılığı kavramamı sağladı. Kadınlarda gençliğin önemsendiği ve hepimizin umutsuzca genç kalmayı istediğimiz bir çağda, bu bana ileri yaşların değerini (büyükannelerden oluşan sayısız kuşak tarafından büyütüldüğümüzü) hatırlattı. Artık menopozdan korkmuyorum. İnsanlar olarak bizim bu kadar uzun bir ömür sürmemiz, dünyaya sunacak daha çok şeyimiz olduğuna işaret ediyor; biyoloji de bu fenomenin olası evrimsel etkilerini gösteriyor. Menopoz insan hayatında sadece başka bir doğal aşamadır ve her aşama kadar anlamlıdır.



S.Ö.: Dünyanın farklı bölgelerinde özgürlükler ve kadınların kazanılmış hakları ciddi darbeler aldı. Örneğin, ABD’de kürtaj yasasındaki güncel değişimler, Türkiye’de “kadının en önemli kariyerinin çocuk doğurmak olduğu” şeklindeki siyasi söylem, İranlı kadınların mollalara karşı mücadelesi ya da Afganistan’da kız çocuklarının okumasının ve kadınların çalışmasının yasaklanması vb. Bu türden toplumsal ve siyasi gerilemeleri göz önüne aldığınızda, bilimsel araştırmaların kadınlar ve toplumsal cinsiyet stereotipleri hakkındaki sözlerinin ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?


A.S.: Bilim, haklarımız için mücadele ettiğimiz savaş alanı olmamalı, zaten bilimin kendisi genelde ihtilaflı bir alandır; on dokuzuncu yüzyılda bazı bilim insanları, üniversiteye giden kadınların kendi üreme kapasitelerinin zarara uğrayacağını ileri sürdüler. Bence iyi, titiz bilim kadınların zayıflığı veya aşağı olması hakkındaki herhangi bir iddianın gerçeğe değil, peşin hükümlere dayandığının bir hatırlatıcısı sadece. Ve peşin hüküm en akılcı olanlarımızı, en iyi bilim insanlarını bile etkileyebilir.


Cinsiyetlendirilmiş baskı en derinden ilerler ve kökleri siyasi, kültürel ve toplumsaldır. Eğer onunla savaşmak istiyorsak toplumların ve devletlerin ataerkilliğe neden bağlı kalmaya devam ettiğine bakmamız gerek. 2023’ün ilkbaharında yayımlanacak en son kitabım The Patriarchs’ta yapmaya çalıştığım şey de bu.



"Irkçı önyargıların bir dereceye kadar hepimizin içinde var olduğunu aklımızda tutmak da önemli, çünkü dünya hâlâ hepimize 'öteki'ni hor görmeyi, göçmenlerden korkmayı ve yabancılardan şüphe etmeyi öğretiyor."




S.Ö.: Üsttekiler’de, “ırk” kavramının türlerle ilgili güncel biyolojik taksonomiye göre önemli bir anlamı olmasa bile bu kavramın geçmiş bilimsel araştırmaların gündemini uzun süre işgal ettiğini görüyoruz. Peki ya bugün? Kitabın sonsözünde şöyle diyorsunuz: “Entelektüel ırkçılık her zaman var oldu, hatta tarihin büyük kısmında da gelişti. Onun hâlâ akademinin kalbinde yer alan zehirli, küçük bir tohum olduğuna inanıyorum. Öldüğünü düşünseniz de ihtiyacı olan tek şey su ve şu anda da yağmur yağıyor.” (s. 308). Çağdaş bilimin katettiği mesafeye rağmen ırkçı bakış açıları bilimde tekrar nasıl etkili olabiliyor?


A.S.: Irkçılık insanların son derece güçlü ve yıkıcı dünya görüşlerine hizmet etmese uzun zaman önce tamamen bitmiş olurdu. Irkçılar biyolojinin ne dediğini ya da demediğini umursamaz; gerçekleri kendi lehlerine manipüle ederler çünkü kendilerine başkaları üzerinde iktidar sağlayan ideolojik konumlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bugünkü ırkçı literatüre bakarsanız on dokuzuncu yüzyıldaki ırkçılar ve beyaz üstünlüğü taraftarları tarafından kaleme alınanlarla neredeyse aynı olduğunu görürsünüz. Araştırmamın çoğu, bilimsel savların etnik milliyetçiler ve aşırı sağcılar tarafından nasıl kullanıldığını incelemeyi amaçlıyor ve bu çarpıcı bir şekilde bu savlar bilimsellikten uzak ve basite indirgenmiş olmayı sürdürebiliyor. Ancak etkili olmaya da devam ediyorlar çünkü bazı insanlar bu mitlere inanmayı tercih ediyor.


Diğer yandan ırkçı önyargıların bir dereceye kadar hepimizin içinde var olduğunu aklımızda tutmak da önemli, çünkü dünya bize hâlâ “öteki”ni hor görmeyi, göçmenlerden korkmayı ve yabancılardan şüphe etmeyi öğretiyor. Akademide bu görüşlere sahip insanların hâlâ mevcut olması ve o insanların beşeri farklılığın bilimi hakkında düşünme biçimlerini çarpıtması şaşırtıcı sayılmamalı. Saklı kalan önyargılarımız kolayca yüzeye çıkabilir, bunu COVID-19 salgınının ilk zamanlarında, belirli ırkların virüse yakalanma olasılıklarının diğerlerinden daha düşük olabileceği yönündeki birtakım acayip iddialarda gördük. Tabii ki doğru değil bunlar, ama o ırkçı mitlerin toprağın çok da derininde olmadığını açığa vurdu. Ayrıca bilim insanlarının, siyasi motivasyonu olanlar tarafından uzun süre bir araç olarak kullanılmalarının nedeni de budur – Almanya’daki Nazilere ya da yirminci yüzyılın başında birçok ülkedeki öjenistlere bakmak yeterli.



S.Ö.: Yakın zamanda hem toplumsal cinsiyet hem de ırkçılık kapsamında sosyal bilimlerde son derece önemli çalışmalar yapılıyor; ekofeminizm, hayvan çalışmaları, kadın çalışmaları, gay ve lezbiyen, toplumsal cinsiyet, feminist ve queer çalışmalar ile ırk, sömürgecilik-sonrası ve maduniyet çalışmaları gibi üniversitelerde yeni bölümler/alanlar açılıyor. Siz bu çalışmalara nasıl bakıyorsunuz? Sizce bu çalışmaların yarattığı düşünsel evrim, Doğu-Batı, kadın-erkek, beyaz-siyah ikiliklerinin dışında konumlanabilmemize imkân tanıyacak mı?


A.S.: Umarım bizim müşterek insanlığımızı kabul etmenin yanı sıra benzersiz bireyler olarak karmaşıklığımızı değerlendiren, beşeri farklılığı anlamanın bilimsel bir yolunu bulabiliriz. Bence beşeri farklılığı ele alan bilim insanları, üstünkörü grup düzleminde değil bireysel düzlemde ele alıp incelediklerinde çok daha güvenilir ve doğru sonuçlar alacaklardır, çünkü beşeri farklılığı büyük oranda bireyler düzleminde görürüz. Onun ötesinde, bizler dikkat çekici ölçüde homojen (evrimsel kuzenlerimiz olan şempanzelerden bile genetik olarak daha homojen) bir türüz. Türümüz tek, bireyler milyarlarca.


Sorun, insanları kategorilere ayırmak konusunda ısrar ettiğimizde çıkıyor. Birçoğumuz kolaylıkla bir kategoriye dahil edilemeyiz; örneğin, ırksal kategoriler ülkeler arasında devasa ölçüde değişiklik gösterir. Sosyal bilimlerdeki farklı çalışma alanları bize ötekileştirdiğimiz kişileri ve onları merkeze, yani insan hayatının gözle görünür, alışılmış zengin dokusuna nasıl geri katabileceğimizi hatırlatır. Belki bir gün, insanın toplumsal cinsiyet ifadesinin sirayet ettiği alanı fark ettiğimizde, Batılı olmayan bilgi sistemlerini birleştiren bilim alanlarına sahip olduğumuzda hiç kimsenin ötekileştirilmediği bir topluma ulaşabileceğiz. 2021’de ABD’ye taşındığımdan beri buradaki bazı yerel kültürler hakkında ve onların doğal dünyayla tamamen farklı olan ilişkileri, doğayı bizden ayrı değil bizim parçamız gibi gören sistemleri hakkında daha çok şey öğreniyorum. Modern zaman biyolojisinin içine işlemiş anlama yetisinin sirayet ettiği alanı görmeyi çok istiyorum.



S.Ö.: Ataerkillik dediğimiz şeyin köklerini incelediğiniz, yakında çıkacak olan kitabınız The Patriarchs: How Men Came to Rule hakkında bir soruyla söyleşimizi noktalayalım isterim. Size göre ataerkilliğin merkezinde ne var? Ataerkilliğin tarihi bugün bize ne öğretebilir?


A.S.: Toplumların toplumsal cinsiyet bakımından eşitlikten bugünkü kadar uzak olmalarının hiçbir zaman pek sorgulanmamış olması benim için dikkat çekiciydi. Eril tahakkümü verili kabul ediyoruz. Halbuki girift bir tarih yatıyor orada – bizi toplumsal cinsiyet ilişkilerinde devasa bir sosyal çeşitliliğin olduğu bir dünyadan şu an bulunduğumuz, acayip biçimde benzer ataerkil yasaların ve kodların olduğu bir dünyaya taşıyan, binlerce yıldır yavaş yavaş gerçekleşen bir inşa bu. Örneğin, keşfettiğim şeylerden biri, eril iktidarın tarihsel açıdan en büyük itici güçlerinden birinin, binlerce yıl önce evliliğin babasoylu bir sistem olarak benimsenmesidir. Buna göre kadınlar, kocalarının aileleriyle yaşamak için kendi çocukluk ailelerini terk ediyorlar. Babanın soyundan kökenin izini sürme pratiği kadınları izole ediyor, onları sömürüye daha açık hale getiriyor ve zaman içinde istismar ediyor. Zamanla bu örüntüler toplumsal cinsiyet normlarına, dinlere ve çok sonra da evlilik çerçevesinde devlet yasalarına tercüme edildi.


Yalnızca tek bir ataerkillikten ziyade birçok ataerkilliğin mevcut olduğunu söylemek daha doğru olur, çünkü eril tahakküm bulunduğunuz yere bağlı olarak farklı şekiller alır. Ayrıca şunu unutmamalıyız ki Asya’da, Afrika’da ve Amerika kıtasında kadınların önemli güç ve ayrıcalıklara sahip olduğu birçok anaerkil toplum hâlâ var. Ataerkil evlilik, evrensel değil. Her zaman alternatifleri oldu ve yeni seçenekler icat da edebiliriz; insanları yabancılaşmadan ve zarardan uzak tutmaya çalışan daha iyi toplumlar inşa edebiliriz.



***




Angela Saini

Ödüllü bilim gazetecisi ve yazar. Oxford Üniversitesi ve King’s College London’da mühendislik ve bilim alanında aldığı eğitimden sonra kariyerine bilim gazeteciliği alanında devam eden Saini’nin çalışmaları The Guardian, National Geographic, Science, Wired, The New Humanist ve New Scientist gibi mecralarda yayınlandı. Ayrıca BBC için radyo ve televizyon programları hazırladı. İngiliz Bilim Yazarları Birliği ve Amerikan Bilimsel Gelişme Cemiyeti’nden ödüller aldı.

Saini’nin Superior (2019) ve Inferior (2017) adlı kitapları yayımlandıkları yıllarda Avrupa ve Amerika’da pek çok yerde “Yılın Kitabı” olarak kabul gördü ve şimdiye kadar dünya çapında geniş bir okur kitlesine ulaştı. İspanyolca, Portekizce, Çekçe, İtalyanca, Japonca, İsveççe, Rusça, Çince gibi birçok farklı dile çevrildi. Saini’nin ayrıca Geek Nation: How Indian Science is Taking Over the World (2011) ve 2023’te yayımlanacak The Patriarchs: How Men Came to Rule adlı iki kitabı daha var.



Seza Özdemir

Yıldız Teknik Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği’nden mezun olduktan sonra birkaç yıl kültür sanat muhabirliği, redaktörlük ve dergi editörlüğü yaptı. Bir süre serbest çevirmen olarak makale, reklam metni ve ticari metin çevirileri yaptı. Çeşitli kitap ekleri ve internet portalları için kitap tanıtım ve inceleme yazıları yazdı. 2015’ten sonra kitap yayıncılığı alanında çalışmaya başladı ve o günden beri çeşitli kitapların yayımlanmasında editör, redaktör veya çevirmen olarak rol alıyor.




bottom of page