Ulrich Gutmair’ın 2013’te Klett Cotta’dan çıkan Die Ersten Tage von Berlin: Der Sound der Wende adlı kitabı Mayıs 2022’de Türkçede yayımlandı[1]. Kendisiyle 2019’da Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk yazar olarak bulunduğu sırada tanışmıştık. O zaman, kitabın bir kısmının İngilizce çevirisi mevcuttu, yayınevi için değerlendirmek üzere okumaya başlamış, kitabın okuru dahil ettiği benzersiz atmosferden çok etkilenmiştim. Altbaşlığından (Birleşme Yıllarının Sound’u) ve Ulrich’le konuşmalarımızdan hareketle kitabın odağında duvar yıkıldıktan sonraki yeni Berlin’in müzikal atmosferi (90’ların ilk yıllarında Berlin’de house ve techno müziği) olduğuna dair bir ilk izlenim edinsem de (ki yeteri kadar ilginç bir konu), okudukça kitabın bundan çok daha fazlasını başardığını gördüm: Yeni Berlin’in ilk yılları, Doğu Berlin’deki sosyalist sistemin çöküşü, iki Alman devletinin birleşmesi, bunun peşi sıra şehir merkezlerinin mutenalaştırılması, kültürel dönüşüm gibi önemli durakları olan bir sözlü tarih çalışması bu kitap. Geçici ve tükenmiş olanın, çelişkilerin hikâyesini yeni sistemler, yeni değerler ve yeni yaşam biçimleriyle sonuçlanan barışçıl bir devrimin hikâyesiyle bir araya getiriyor. Kısacası “birleşme yıllarının sound’u” çok şeyi içine alıyor, ki kitapta bununla ilgili etkileyici bir pasaja rastlıyoruz:
Doksanlı yılların başı insana, sabah kalktığında zorlukla hatırlayabildiği ama bir soundscape olarak kulağından çıkmayan bir rüya gibi geliyor. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin sonunun, birleşme yıllarının sound’u, breakbeat, house ve techno’nun beat’leriydi; ama aynı zamanda kompresörlü beton kırıcıların ve moloz kulelerinin gürültüsü, verileri sese dönüştüren modemlerin sıkıştırılmış ses dizeleri, dışarıda dolaşmanın en keyifli olduğu saatlerde duyulan bülbüllerin şarkıları, tarlakuşlarının sabah şamatası, dans pistinin kenarında, sergilerin açılış kokteyllerinde ve barlardaki muhabbetlerdi de.[2]
Bugün kitabın baskısının ardından bu röportajı yapabilmek, kitap hakkında daha fazla konuşabilmek ve Türkçe baskısını böyle kutlayabilmek çok güzel. Davetimizi kabul ettiği ve soruların uzunluğuna tahammül ettiği için Ulrich’e tekrar çok teşekkür ederim.
O zaman söz konusu tarihsel uğrağa detaylı bir bakış atalım.
Bu kısa süren sihirli tarihsel uğrağa dair insanlar hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Ben de birinin bu mitolojiyi kaleme alması gerektiğini düşündüm. Ve bu çıkış noktasından hareketle, çok sayıda kişiden kendi hikâyelerini anlatmalarını istedim. Bu uğrağın bir parçası olanların deneyimlerini nakleden bu hikâyeler.
Eda Çaça: Batı Berlin’e Ekim 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışından hemen önce taşınıyorsun, Berlin Özgür Üniversitesi’nde gazetecilik okumaya başlıyorsun. Dolayısıyla yeni Berlin’in ilk yılları aslında senin de üniversite yıllarına denk geliyor. Kitapta bu dönemi anlatırken, gündüzleri Batı Berlin’de üniversitede, geceleri de Berlin-Mitte’nin uğrak barlarında, kulüplerinde ve işgal evlerinde geçirdiğini yazıyorsun. Tam da bu açıdan senin kişisel tarihinde Duvar’ın yıkılışı ve Almanya’nın yeniden birleşme süreci nasıldı, biraz anlatır mısın?
Ulrich Gutmair: Duvar’ın yıkılışı tabii ki olağanüstü bir olaydı. Herkes bunun nasıl bir tarihsel öneme sahip olduğunu hemen idrak etti. Her şey tam anlamıyla yerinden oynamıştı. Duvar’ın yıkılması, bir devrimin sonucuydu, çünkü 1989 baharı ve yazında Doğu Berlin vatandaşları neredeyse sürekli sokaklardaydı. Örneğin “Pazartesi gösterileri” düzenleniyordu. Sonunda hükümeti kökten bir değişime zorladılar. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ndeki (DAC) ilk özgür seçimler 1990’da yapıldı. Ve Doğu Almanya’nın yeni parlamentosu devletlerinin Batı Almanya’nın bir parçası olması gerektiğine karar verdi. Batı’daki birçok radikal demokratik grubun birçoğu bu sonuçtan memnun kalmadı, çünkü iki devletin birleşmesini, en azından bu çabuklukta istemiyorlardı. Doğu Almanya’nın kendi devletini, DAC’ı değiştirmesini umuyorlardı ve bir “Üçüncü Yol”u aramak istiyorlardı. Yani Batı Almanya’da ne devlet sosyalizmi ne de kapitalist bir sistem kurulsun isteniyordu. Ancak azınlıktaydılar. Duvar’ın yıkılmasının ardından sokaklarda protestolar ve gösteriler devam etti. Her gün yeni bir şey oluyordu. Bu nedenle, bir süre sonra insanlar artık Duvar’ın yıkılmasını konuşmaz oldu ve işlerin nasıl düzenlenmesi gerektiği sorusuna odaklanmaya başladılar.
Eda: Tam bu süreçte Doğu Berlin’de bir yanda hayalkırıklığı ve yoksulluk, diğer yanda sosyalist rejimden kalma eski ev eşyalarını atan ve yerlerine Batı Almanya’dan gelen “hoşgeldiniz parası”yla IKEA eşyalar alan insanlar... Aynı zamanda birçok dönüşüm eşzamanlı meydana geliyor: yoksulluk, kapitalizm, tüketim çılgınlığı, korku ve canlılık. Röportaj yaptığın dönemin tanıklarından Christoph Keller’in söylediği gibi, “İnsanlar sadece işlerini değil bütün değer sistemlerini de kaybettiler. Alkol ve şiddet hayatlarına girdi,”[3] Birçok insan çok kısa bir sürede Doğu Berlin’den Batı Berlin’e taşındı. Tüm bu dönüşümler, geçişler ve çelişkiler karşısında Doğu Berlinlilerin yaşamlarıyla ilgili neler gözlemledin?
Ulrich: Doğu Berlinliler çok temel dönüşümlerle başa çıkmak zorunda kaldılar. Christoph’un çok doğru bir şekilde ifade ettiği gibi, tüm değer sistemlerini kaybettiler. Birçok insan öğrendiklerinin, inandıklarının artık geçerli olmadığını görüyordu. İlk zamanlar işsizlik yoktu, devlet herkese barınma sağladı. Kadınlar ekonomiye iyi entegre olmuştu. Devlet kadınların çalışabilmesi kreş imkânı tanıyordu. Sonra bunun yerini kapitalist refah devleti aldı. Aranan nitelikler artık aranmaz oldu. Birçok fabrika ve endüstri kapandı ve birçok insan işsiz kaldı. Bu geçiş süreci birçokları için son derece ciddi gerilimlere yol açtı. Bana kalırsa gençler çok hızlı bir şekilde bu yeni sisteme ayak uydurdular. Yaş arttıkça mücadele zorlaştı. Ne olursa olsun çoğunluk bu geçişi kucakladı, çünkü eski sistem hem ahlaki hem de ekonomik olarak iflas etmişti.
Eda: Kitapta aynı zamanda politik otoritenin şehrin alanları ve mekânlarını nasıl etkilediğine dair de örnekler yer alıyor. En önemlilerinden biri, Berlin-Mitte’deki Tacheles Sanatevi[4]. Öğreniyoruz ki burası devlet otoritesi kurulana kadar yıllarca “parti” mekânı olarak son derece önemli bir yer edinmiş. Şimdi parti mekânlarına yakından bakalım istiyorum. Görünen o ki, Berlin-Mitte’deki yeni kulüp ve barlara insanları asıl çeken müzikti. Bazen ömrü çok kısa olan, hatta bir partilik ömrü olan bu mekânları ilginç kılan diğer özelliklerden de bahseder misin?
Ulrich: O kulüplere gidiyorduk, çünkü dans etmek istiyorduk, ama tabii ki insanlarla tanışmak için de gidiyorduk. Heyecan verici yerlerdi çünkü Doğu’dan, Batı’dan ve dünyanın her yerinden birçok insanla karşılaşabiliyordun. Bir çoğu queer mekândı. Orada bulunmak herkes için heyecan verici olsun diye özel zaman harcıyorlardı. Müzikleri ve her gece yeni bir gündem olduğunu da düşününce, hiç kaçırmak istemiyordunuz.
Eda: Mekânlarla ilgili en ayırt edici ayrıntılardan biri, orada bulunma deneyiminin kendiliğindenliğini ve açıklığını bozacak hiçbir davranışın kolektif olarak hoş görülmediği. Sence böylesi bir kolektif tavır nasıl gelişti?
Ulrich: Çocuğu olanlar bilir, çocukların kurallara ihtiyacı vardır, hatta bazı anlar gelir aslında kuralları sevdiklerini düşünürsünüz. Kurallar son derece insanidir ve her toplum bu kurallara ihtiyaç duyar, çoğunu dillendirmeye gerek olmadan bilir ve uygularız. Ve gayet anarşik bir topluluk da birtakım kuralları esas alır. Anarşizmi koasla bir tutmak büyük bir yanlış anlamadır. Anarşi kaos değildir, tahakkümün olmadığı bir düzendir. Mümkün olduğunca az iktidar yapısı benimsemeye çalışır. Duvar-sonrası dönemde işgalciler, sanatçılar ve parti insanları da kendi kurallarını geliştirdiler ve zamanın ruhuyla birçok insan yakın zamanda vefat eden Hakim Bey’in Geçiçi Otonom Bölge fikrini özetlediği metnini[5] çok benimsedi.
ABD’li anarşist bu kavramla hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir devrimin meyvelerini nasıl yiyebiliriz sorusuna yanıt bulmaya çalışıyordu: “Bugünde yaşayan bizler hiçbir zaman otonom yaşayamamakla mı lanetlendik, özgürlükle yönetilen küçücük bir toprak parçasını bir an için bile olsa savunmayacak mıyız? Ya geçmişe ya da geleceğe nostalji duymakla yetinmek zorunda mıyız?” Bey, üçüncü bir ihtimalin varlığına inandı. Onun cevabı “bir coğrafyayı, zamanı ya da tasavvuru özgürleştiren ve bunu yapar yapmaz bir başka yerde yeniden ortaya çıkmak üzere kendini fesheden bir gerilla operasyonunun şiirsel tasavvuru”ydu. Bu tasavvura “Geçici Otonom Bölge” ya da kısaca T.A.Z. diyordu. Hakim Bey T.A.Z.’ın öncüllerini Karayip Denizi’ndeki korsan cumhuriyetlerinde, Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’nde (1918-19), İspanya’daki anarşist denemede ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan kısa ömürlü Fiume Cumhuriyeti’nde görüyordu. Fiume’nin lideri İtalyan şair Gabriele D’Anunzio yazdığı anayasada, müziği devletin temel ilkesi ilan etmişti.
Parti yapmanın da Bey’in T.A.Z.’ının bir diğer unsuru olması hiç de şaşırtıcı değil. On dokuzuncu yüzyılda yemek davetlerini özgür toplumun habercisi kabul eden ve gelecekte kimsenin özgür aşktan utanmayacağına inanan Stephen Pearl Andrews’ı alıntılar Hakim Bey. Andrews için yemek davetleri yeni toplumun tohumlarından biriydi. Bey bu fikri şöyle geliştirmiştir: Parti hep sürer çünkü onu kimse düzenlememiştir; planlanmış olabilir ama ancak gerçekleşmediğinde başarısız olur. Kendiliğindenlik önemli. Onun parti tanımı çok basitti: “Partinin özü: Bir araya gelmiş bir grup insan ortak arzularını gerçekleştirmek için bir sinerji oluşturur, bu ortak arzu iyi bir yemek de olabilir, neşelenmek, dans etmek, muhabbet etmek de, hatta erotik hazlar veya ortaklaşa bir sanat eseri üretmek de.”
Eda: Bu otoritesiz kolektif hareket sana ilham vermeye devam ediyor mu? Ya da daha iyi bir ifadeyle, bugün kolektifler ve topluluklar oluştururken bu anlayıştan nasıl esinlenebiliriz?
Ulrich: Bunun yanıtı biraz da ne kastettiğinle alakalı. Doğu Berlin’deki anarşizm benzeri durum politik sistemlerin değişimiyle ortaya çıktı. Eski sistem yerinden edilmiş, yenisi, Batı’nın kuralları da henüz dayatılmamıştı. Bu nedenle Doğu’nun otoriteleri endişeliydi, hatta polis bile o günlerde çekingendi. İnsanlara eskisi gibi davranamayacaklarını biliyorlardı. En somut anarşist hareketlerden biri Duvar’ın yıkılmasından sonraki altı ay içerisinde 130 evin işgal edilmesiydi. İşgalciler genellikle son derece demokratik şekilde organize oldular, sorunlarını oturumlarda dile getirdiler. Ve sonunda Bey’e göre, parti içerisinde de anarşist bir an yaşandı. İyi bir parti karnaval gibidir, gündelik hayatın kuralları geçerli değildir orada. Elbette partinin de kuralları bulunur ama bunlar farklı kurallardır hiç kuşkusuz.
Son derece eşsiz bir tarihsel durumda meydana gelen çoğu şeyin tekrar edemeyeceği veya bir tür tasarı olarak görülemeyeceği anlamına geliyor bu. Elbette parti deneyiminden öğrenebiliriz. Her şeyden evvel parti özgürleşme ilkelerini esas almalıdır. Herkes yargılanmadan ve taciz edilmeden kendini ifade edebilmelidir. Bunun gibi bir geçici toplulukta herkes mutlu olabilmelidir.
Eda: Berlin’in bugünkü politik-kültürel karakteri düşünüldüğünde bu anarşist eğilimden nelerin miras kaldığını söyleyebilirsin?
Ulrich: Nazi rejimi iktidara gelmeden evvel, Berlin son derece modern, açıkfikirli bir metropoldü. Yine de savaş öncesi Prusya’nın otoriter mirasını ve ulusal sosyalizm zihniyetini, 1989’da şehrinin iki tarafındaki kafa yapısını hissedebiliyordunuz. Doğu’da sosyalist düzen ve kurallar, Batı’da antikomünist kural ve düzen hâkimdi. Ancak her iki taraftaki otoriter küçük burjuva, 1960’lardaki öğrenci hareketleri, muhalifler, işgalciler ve her türden kültür devrimcileri tarafından ciddi bir biçimde sorgulandılar. 1989’daki anarşist hareket onların inancıydı. Berlin’in liberal, otoriterlik karşıtı ruhu uzun bir geleneğe sahiptir ve T.A.Z deneyimi de bu geleneği güçlendirdi.
Eda: Kulüplerin birçoğunda fotoğraf çekmenin yasak olduğundan bahsediyorsun kitapta. Kayda alınmadığı için bazı anıların ve o dönem yaşananların bilgisi belki daha kolay kayboldu. Kitabın tam anlamıyla bu anılarla dolu bir hazine. O dönemde kaydı tutulmamış olanın tanıklıklarla kaydını tutmak, birincil motivasyonlarından biri miydi sahiden?
Ulrich: Evet, yazma fikri ve dürtüsü bu kayıp hissinden çıktı. Berlin-Mitte o kadar hızlı değişmişti ki, altı, yedi, sekiz yıl sonra ilk enerjinin çoktan gittiğini hissetmiştim. Barlar ve kulüpler profesyonelleşti, birçok bina yenilendi veya yeniden yapıldı. Tam da bu nedenle, bazı sokaklarda bir zamanlar parti yaptığın yerleri seçemiyordun artık. Evet, kulüplerin birçoğunda fotoğraf çekmek yasaktı. Beni hayrete düşürense, sadece mekânlarda değil, şehirde çekilmiş bir fotoğrafa ulaşmanın bile zor olmasıydı. Esasen, yaşananlar bir tek insanların zihinlerinde ve anılarındaydı. Bu kısa süren sihirli tarihsel uğrağa dair insanlar hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Ben de birinin bu mitolojiyi kaleme alması gerektiğini düşündüm. Ve bu çıkış noktasından hareketle, çok sayıda kişiden kendi hikâyelerini anlatmalarını istedim. Bu uğrağın bir parçası olanların deneyimlerini nakleden bu hikâyeler.
Eda: Şimdikinden çok farklı bir zamana ve yaşama ait bu kadar hikâyeyi, duygulanımı ve anıyı bir araya getirmek zor oldu mu?
Ulrich: Kesinlikle zor bir çalışmaydı, çok kaynak kullandım. Sonra onları çok boyutlu bir hikâye anlatabilecek şekilde bir araya getirmem gerekti. Ancak kolay bir yanı da vardı, çünkü hikâyelerini anlatmalarını istediğim insanların paylaştıkları anılar da, yaşananlarla ilgili açıklamaları ve düşünceleri de çok etkileyiciydi.
Eda: Bugün Berlin’deki birçok altkültür o yılların ürünü. Biraz onlardan, biraz o zamanın anarşist ruhunun bugünkü tezahürlerinden bahseder misin?
Ulrich: İşgal edilen yerlerin bir kısmından işgalciler polisin yardımıyla ya eski ya da yeni sahipleri tarafından tahliye edildiler, bazıları ise sözleşmeyle yaşadıkların yerlerin yasal sakini oldu. İşgal hareketi artık yok. Ama eskiden “rave kültürü” dedikleri techno ve house müzik kültürünün Berlin’e çok önemli bir etkisi oldu. Herkesin hayatında en azından bir kez gitmek istediği kulüp Berghain, bu kültürün abidesidir. Her zaman söylerim, Berghain’deki musluklar, ticari kaygıların ötesinde bir komünal etkinlik olarak rave fikrini destekleyen belirli bir tutumun mimari ifadesidir. Bir kulübe gittiğinde bazen saatlerce dans edersin ve mümkün olduğunca çok su içmek önemlidir. Ticari bir kulüpte suyunu bara gidip satın alman gerekir ve genellikle de epey pahalıdır. Berghain’de ise bu büyük musluklarda şişene para vermeden su doldurabilirsin. Bu işte 90’ların anarşist ruhunun küçük bir detaydaki tezahürü.
Eda: Berlin-Mitte’deki altkültürler arasında Neo-Nazileri de saymak gerekiyor. Ve şiddet eylemlerini. Bunlara polisin tepkisi nasıldı, Duvar’ın yıkılmasından sonra Naziler lehine değiştiğini söylemek mümkün mü?
Ulrich: Aslında konu bundan daha karmaşık. Berlin’in merkezlerinde bu tip faaliyetler çarçabuk Antifa’nın karşı önlemleri ya da kendiliğinden örgütlenen kitlelerin eylemleri vb. olarak görülürdü. Ancak Neo-Nazi altkültürü sosyalist sistemin çöküşünden sonra periferide ve Berlin civarındaki kırsal bölgelerde hızla serpildi. Eğer polis suç faaliyetlerini yeteri kadar soruşturmadıysa bunun nedeni büyük ölçüde sivil toplumun zayıflığı ve toplumun sözümona “merkez”inin cehaletiydi.
Eda: Kitapta “şimdi ne kadar sürer” (“how long is now?”) sorusuyla başlayan güzel bir pasaj var. Orada diyorsun ki “‘Şimdi’ deneyim, hatırlama ve tarih olarak belirli bir anda mevcut olanların hepsidir.” Tam buna göndermek yaparak sormak istediğim, “o zamanlar”, şimdi ne kadar sürüyordu, “bugün” ne kadar?
Ulrich: “Şimdi ne kadar sürer” Tacheles’in duvarlarındaki bir grafitiydi. Bunun şimdiki zamanın ne kadar öznel bir deneyim olduğu gerçeğine işaret eden iyi bir soru olduğunu düşünmüşümdür hep. Çocukken, güneşli öğleden sonraları sonsuzluk gibi gelir. Kendinizi bir oyuna kaptırmış da olabilirsiniz, sıkıntıdan patlıyor da. Dans da benzer bir duyguyu harekete geçirebiliyor. Mevcudiyetinizin deneyimi bazen sonsuzluk hissine yakın görünür. Geçmiş her zaman orada olsa da, ritmin bir parçasıyken artık sizin deneyiminizi belirlemekten çıkıyor. Aynı şekilde gelecek de öyle. Soruna dönecek olursam, o zamanlar zaman sadece kulüplerde uzun değildi, gündelik yaşam da genellikle toplumun çıkarlarının hâkim olduğu mekân-zaman sürekliliğinin dışında bir ütopik uzamda meydana geliyormuş gibiydi. Diğer bir deyişle, o zamanlar çocuk gibi hissetmek kolaydı. Bu elbette benim öznel deneyimimle de alakalı. O zamanlar yirmilerimin başındaydım, şimdi değilim.
Eda: Farz edelim, şu an o dönemin kulüplerinden birindeyiz, techno müziğin öforik ritmiyle dans ediyoruz. Kitapta bu müziğin kendine has bir şimdide var olma biçimi kurduğunu iddia ediyorsun. Bu dansın kendisiyle ilgili bir şey mi? Biraz anlatır mısın?
Ulrich: Techno’nun loop’ları daha önce konuştuğumuz konuyla alakalı. Loop kısa bir zaman dilimini bir yerde hapseder. Davul veya bas tekrarları zamanda yavaş spiraller çizen sonsuz bir şimdi duygusu uyandırır. Bu da beden hareketlerinle yakında bağlantılıdır, çünkü hareketlerin bu loop’larla şekillenir. Bir süre dans etmeye devam ettiğinde artık kendini gözlemlemeyi hatta hareketlerini kontrol etmeyi bırakırsın. Bedenin müziğe kendince tepki vermenin bir yolunu bulur. Aşkın bir deneyim hissi verebilir bu. Düşünmeyi bırakırsın. Mevcut varoluşun ritmik akışla bağlanır, aynı zamanda etrafındaki hareketlere de tepki verir. Bedenin diğer bedenlerle iletişim halindedir. Yanındakinin hareketlerini taklit etmeye veya onlara karşılık vermeye başlarsın. En önemlisi de bir kalabalığın parçasısındır ve herkes aynı beat'te hareket eder ki bu beat bu senaryonun diktatörüdür, dans pistinde insanları harekete geçiren bir makine: "Hissedebiliyor musun?" der.[6]
Eda: David Bowie ile Iggy Pop 1970’lerin sonunda Berlin’e taşınmışlar. Kitapta bir yerde bugün Batı Berlin müzik kültüründen bahsediyorsak bunda onların zamanında oraya taşınıp bazı kayıtlarını orada yapmalarının önemli bir etkisi olduğunu söylüyorsun. Alman müzisyenlerle hiç ortak çalışmaları oldu mu ya da buna benzer çokkültürlü müzik dünyasından başka örneklerle karşılaştın mı?
Ulrich: Sorunun ilk kısmı aslında bir polemiğe dayanıyor. Ben biraz da Batı Berlin’in çılgın 70’leri ve 80’leri mitiyle dalga geçiyordum. Elbette Punk ruhunu taşıyan ve “Geniale Dillentanten” adını verdikleri avangard hareketi yaratan inanılmaz insanlardan bahsetmemiz gerekiyor. Kelimenin anlamı “Dahi Acemiler”, ancak dilettante kelimesini de bilerek dilletante olarak kullanıyorlar, böylece kelime aynı zamanda dahilerin acemiliğine de işaret ediyor. Batı Berlin, Berlinlilerin Batı Almanlarla ve savaş sonrasının mekânlarda yarattığı hastalıklı cazibesini seven dünyanın her yanından insanlarla tanıştığı bir yerdi. Bir yandan da New York’un borough’ları gibi şehirden çok daha ucuzdu, bu da onu bohem bir yaşam biçimi için ideal bir yer haline getiriyordu. Sanatçılar arasında çok sayıda işbirliğine ve tanışıklığa evsahipliği yaptı. Örneğin kitapta bahsettiğim Wayne County var, adını Jayne olarak değiştirmişti, The Electric Chairs adlı punk grubu olan bir sanatçı, o dönem Berlin’de yaşıyordu. Ayrıca çok canlı bir Türkiyeli sanatçı grubu da söz konusuydu. Malum birçok insan Türkiye’den Batı Berlin’e misafir işçi (Gastarbeiter) olarak gelmişti. Ancak bu farklı gruplar genellikle bir araya gelmezdi. Buna istisna yaratan tek mekân, punk kulübü “S.O. 36” idi. Adı sonradan “Merhaba S.O. 36” olarak değişen mekânın işletmecileri Kreuzbergli Türklerdi. Mekân sonradan bugün meşhur olan “Gayhane” gecelerine evsahipliği yapmaya başladı.
Eda: 1980’lerde Batı Berlin’deki kulüplerle, Duvar’ın yıkılışından sonra Doğu Berlin’de kurulan kulüpler arasındaki farklar nelerdir?
Ulrich: Esas fark müzik tarzları. Batı Berlin’deki bar ve kulüpler genellikle insanların Punk, Endüstriyel Müzik, New Wave ve sonraları Country (çünkü Einstürzende Neubauten ve Nick Cave gibi insanlar Country seviyordu) dinledikleri bir yerdi. 80’lerin sonunda insanlar ev partileri düzenlemeye başladılar. Duvar yıkıldığında House ve Techno, ayrıca HipHop, Raggamuffin ve Jungle yeni Doğu Berlin’in kulüplerinde çalınan en çok çalınan müziklerdi.
Eda: DJ’leri bir performans sanatçısı olarak kabul edilmesinde bu yılların önemli olduğunu düşünüyorum, ne dersin?
Ulrich: Başlarda kimse DJ’in kim olduğunu önemsemezdi. Tabii insanlar iyi DJ set’lerden zevk alırlardı, yine de belirli DJ’leri dinlemeye değil de belirli gecelere giderdiniz. Zamanla DJ’ler ünlendi ve rock konserlerinde dans eden kalabalıklar gibi, insanlar da DJ’lerin önünde dans etmeye başladı. Eski moda rave’ciler içinse bu biraz gülünç bir durumdu, çünkü o dönemin alışkanlığı kalabalıkla dans etmek veya dans edenlerle sohbet etmekti, DJ’ler rock yıldızları gibi alkışlanmazdı. Elbette iyi bir DJ ise işaret edilirdi ama sonra herkes arkasına dönerdi.
Eda: Şu an üzerinde çalıştığın kitap Punk müziğini konu alıyor. Türkiye’ye bundan önce üç kere gelip bir süre geçirmiş ve müzik ortamlarına girmiş bir yazar olarak, Türkçe punk’la ilgili keşiflerini paylaşır mısın?
Ulrich: Öğrendiğim şeylerden biri 1980’deki askeri darbe nedeniyle 80’lerde pek fazla punk grup olmadığı. Ünver Şahin’le epey sohbet ettik, kendisi Ankara’da okurken Alien Nation adlı bir grupta çaldığını ve belki de o grubun ilk Türk punk grubu olabileceğini söyledi. Ayrıca Rashit’in efsane albümü “Telaşa Mahal Yok”un basçısı, Alman punk hayranı Tolga Koçak’la tanıştım. Tampon’un ilk albümü “Planet Tampon”u çok sevdim. Parçalar çok daha eski olmasına rağmen albüm birkaç yıl önce piyasaya çıkmış. Bildiğim kadarıyla Tampon 1994’te kadınlardan oluşan bir grup olarak kurulmuş, Aslı A.A. bugün hâlâ grubun solisti. Birkaç hafta önce konserlerine gittim, çok güçlü bir grup. Demem o ki hâlâ öğreniyorum!
Eda: Doğu Berlin’deki sosyalist rejimi zihinlerinde hâlâ bir mit gibi taşıyan insanlara ne söylemek istersin?
Ulrich: Doğu Berlin’deki sosyalist rejime karşı getirilen popüler devrim bazı sabit fikirli, eski kafalı komünist ve sosyalistler için hâlâ anlaşılması zor bir konu: Nasıl olur da kapitalizmi alt etmiş bu barışcıl, faşizm karşıtı sosyalist toplum kitlesel gösterilerle devrilir? Yanıt: Demokratik Almanya Cumhuriyeti çok otoriterdi. Devlet Güvenlik Bakanlığı’nda çalışmak üzere yüzbinlerce insan istihdam ediliyordu. İnsanları gözetlemiyorlardı ama devletin düşmanı bellediklerini yok ediyorlardı. Genç insanlar yanlış kıyafet giydikleri için yüksek öğrenime kabul edilmeyebiliyordu. Ayrıca söylemek lazım, sistemin elitleri (nomenklatura) de o kadar zeki insanlar değildi. 1950’lerde Sovyetler Birliği’nin politbürosu, DAC’ın parti lideri Walter Ulbricht’ı kovmak istemişti, çünkü Sovyet komünistleri onun Doğu Almanya sosyalistlerinin Sovyet sistemi kopyalamamaları gerektiğini anlayamadığını gördüler. Politbüronun analizine göre Doğu Almanya toplumu ve ekonomisi Rus toplumunkinden daha ileriydi, çünkü sosyalistler iktidara gelmeden orada kapitalizm daha fazla gelişmişti. İronik bir biçimde Sovyetler onu atamadılar çünkü işçiler Ulbricht’in hükümetine karşı bir ayaklanma düzenlemişti. Dolayısıyla o dönem iktidarda kaldı, DAC’daki en önemli adam oldu, ta ki 1971’de nihayet işten atılana kadar.
Eda: Bir iki cümleyle sence bu sihirli tarihsel uğrak nasıl ve neden oluştu?
Ulrich: Birkaç gelişmenin çakışmasıyla: Batı Blokunun yıkılışı, teknolojik yenilikleri yansıtan bir müzik devrimi ve toplumun liberalleşmesi.
Eda: Bu kitabın nostaljik olmamak gibi bir başarısı var. Röportaj için bu tondan azade insanlar seçmeyi nasıl başardın?
Ulrich: Bana hikâyelerini anlatanların hepsi çok akıllı insanlar. Hepsi tarihin bu olağanüstü anında orada olabildikleri için kendilerini şanslı gören insanlar. Bunun gibi köklü değişimler genellikle savaşların veya kanlı devrimlerin sonucunda meydana gelir. Buradaysa barışcıl bir devrimin sonucu olarak gerçekleşti. Her biri bunun için minnettar ve bu deneyimden ilham ve güç almışlar. Ayrıca kimsenin onlardan bu deneyimleri söküp alamayacağını da iyi biliyorlar. Onlarla konuşurken bunu bildiklerini görmek ve hissetmek çok etkileyiciydi. Bence bu yüzden nostaljiye atılmaya ihtiyaç duymuyor hiçbiri. Onlar için bir kayıp yok. Kazandıkları ve yaptıkları bugün hâlâ onlarla.
**
Peki yazar ne dinliyordu, hangi parçalarda dans ediyordu?
Heyecan verici bir müzik listesiyle yanıt veriyor: Detroit, New York, Berlin, Londra, Manchester, Chicago'dan House, Techno ve Hardcore!
Dinlemek için tıklayın.
**
YAZAR HAKKINDA
Ulrich Gutmair 1968’de Svabya’ya bağlı Dillingen an der Donau’da doğdu. Duvarın çöküşünden hemen önce Berlin’e taşındı. Berlin Özgür Üniversitesi’nde tarih ve gazetecilik okudu. Çok sayıda dergide yazıları yayımlanan Gutmair, 2007’den bu yana Berlin merkezli günlük gazete TAZ’ın (Die Tageszeitung) kültür sayfasında editörlük yapıyor. 2019’dan bu yana farklı dönemlerde Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk yazarı olarak İstanbul’da bulundu. Halen Berlin’de yaşayan Gutmair, şu sıralar Almanya’daki punk kültürüyle ilgili bir kitap üzerinde çalışıyor.
**
[1] Berlin'in İlk Günleri: Birleşme Yıllarının Sound'u, çev. Hulki Demirel, Kolektif Kitap, 2022. [2] s. 31. [3] s. 104. [4] Tacheles’le ilgili detaylı bilgiler için bkz. s. 20, 25, 33. [5] Hakim Bey, T.A.Z Geçici Otonom Bölge Ontolojik Anarşi Şiirsel Terörizm, çev. İnan Mayıs Aru, İstanbul: Altıkırkbeş Basın Yayın, 2009. [6] “Can you feel it?” meşhur bir House parçası. Bu yanıtta bahsettiğim tüm durumları içine alıyor buradaki “it”. –yazarın notu. Parçaya Spotify listesinden ulaşabilirsiniz.
**
Röportaj: Eda Çaça
Lisans derecesini ODTÜ Felsefe Bölümü’nden aldı, yine aynı üniversitede Psikoloji Bölümü’nde yan dal yaptı. Yüksek lisansını Bilgi Üniversitesi Felsefe ve Toplumsal Düşünce Bölümü’nde tamamladı. Türkiye'nin ilk hakemli kültürel incelemeler dergisi Kült'ün kurucu ekibinde yer aldı. Yaklaşık sekiz yıl telif hakları ajanslarında çalıştı, yaklaşık beş yıl Kolektif Kitap’ta yayın yönetmenliği görevini sürdürdü. Ocak 2022’de yayıncılık topluluğu Atlas Publishing Lab’i kurdu. Orada editörlük, telif ajanslığı ve danışmanlık yapmaya devam ediyor.
Comments