“ACABA HER BİRİMİZLE BAŞKA NE OLANAKLIYDI?"
Bu röportaj, Çetin Balanuye’nin Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan 2020 tarihli Naturans I: Yeni Bir Ontolojiye Doğru ile 2022 tarihli Naturans II: Yeni Etik Politik adlı kitapları üzerine her iki kitabın da editörlüğünü üstlenmiş Güçlü Ateşoğlu tarafından yapılmıştır.
Güçlü Ateşoğlu: Sevgili dostum bu vesileyle bir kez daha merhaba. Seninle yayıncılık dışındaki dostluğumuz epey eskiye dayanıyor; aslında yayıncılık kapsamındaki dostluğumuz da oldukça eski. Türkçedeki ilk kitabın Spinoza: Bir Hakikat İfadesi ile 2012’de başlamıştık. Say Yayınları’ndan çıkan o kitabın, Türkçede Spinoza’nın üç temel eserini oldukça sistematik bir biçimde açıklamak amacını taşıyordu ve bu açıdan bir ilkti. Mutlulukla ifade etmeliyim ki kitap amacına ulaştı; bildiğim kadarıyla şu anda dördüncü baskıya gidiyor. Ardından, 2017’de Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? adlı “neşeli” kitap geldi. Ayrıntı Yayınları’nın yayımladığı bu kitapla yine Spinoza anlattın ama hem içerik hem de üslup açısından sahiden “farklı” bir metinle karşılaştık. Bu kitap, sanıyorum, Türkiye’de Türkçe telif felsefe kitapları arasında baskı adedi ve okur çeşitliliği açılarından gerçek bir rekor kırdı. Şimdilerde onuncu baskısı piyasada ve hız kesmiş gibi de görünmüyor. Bugünkü söyleşimizin konusu bu neşeli kitap değil, ama şu kadarını sormadan başlamak istemem: Hemen her türden, arkaplandan ve neredeyse her yaştan okurun muazzam ilgi gösterdiği bu neşeli kitaptan sonra gelen Naturans I ve Naturans II okuru ters köşe yaptı. Kuşkusuz, sana özgü açık ve anlaşılır dil bu kitaplarda da belirgin (nitekim Naturans I çoktan ikinci baskıyı yaptı bile), ama konu birden ciddileşti, tartışma derinleşti, okurlar felsefenin ağır dertleri sayılan metafizik, ontoloji, etik ve politika gibi alanlara davet edildi. Bu süreci neden böyle planladığını sorarak başlayabilir miyim?
Çetin Balanuye: Sevgili dostum, zarif açılış ifadelerin için çok teşekkür ederim. Her zamanki gibi alçakgönüllüsün. Tüm kitaplarıma alışılmış bir editörden çok daha fazla katkın oldu ve bu katkılar sayfaların arasına gizlendi. Bir kez daha sağ ol. Dediğin gibi, Spinoza: Bir Hakikat İfadesi her açıdan bir tür “ilk” kitaptı. Spinoza’yı hiç tanımayanlara sistematik olarak filozofu tanıtmayı, filozofun üç temel eserini neredeyse sayfa sayfa açıklamaya çalışan bir metindi. Neredeyse bir ders kitabı gibi. Bu projeye beni sen yönlendirmiştin. Belli bir gereksinim olduğu açıktı; haklı da çıktın. Umuyorum o gereksinime bir ölçüde yanıt oldu. Sık sık söylediğim gibi, ülkemizde son otuz yılda Spinoza üzerine çok değerli bir yayın birikimi oldu. Hemen hepsi çok değerli. Ben Türkiye’yi Spinoza alanında giderek daha fazla dikkate alınması gereken bir entelektüel muhatap gibi görüyorum.
Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? adlı (senin deyiminle neşeli) kitap ise bambaşka bir kurgunun eseri. O kitapta bir anlamda Deleuze’ün savını gündelik hayatta örneklemek istedim. Spinoza’nın Ethika’sı için “pratik bir felsefe” demişti Deleuze. Bu savı kendisi de açımlamıştı aslında. Ne var ki hem Spinoza hem de Deleuze verili bir felsefi arkaplanın sözdağarcığı üzerinden konuştuğu için sözü edilen pratikliğin ne anlama gelmesi gerektiği biraz muğlak kalıyordu. Ben Spinoza’nın Sevinci ile bir tür felsefi sevincin gündelik hayatta ne anlama gelebileceğini irdelemek istedim. Biçem açısından da “yaratıcı düzyazı” diye bilinen bir dili benimsedim. Bu dili önemsiyorum. Felsefenin bu dille ilişkisinin hep yoklanması gerektiğini düşünüyorum. Bu dil kişiye herkesle farklı düzeylerde konuşabilme sözü veriyor. Dönüştürücü bir dil. Salt akademik-didaktik bir dilin asla başaramadığı bir iştir bu. Kuşkusuz, o dil de gereklidir ama özellikle Türkiyeli okurlarda yerleşik olduğunu düşündüğüm “nüktedan eleştirellik” ile asıl iletişim kurabilen dilin entelektüel derinlikten ödün vermeksizin denenmesi gereken bu türden bir yaratıcı düzyazı dili olduğunu düşünüyorum.
Bu kitabı izleyen Naturans serisi ise aslında 2000’lerin başından bu yana peşinde olduğum tek projede bir derinleşme denemesi: Dünya görüşlerimizi belirleyen yerleşik ontolojik kabullerin bir eleştirisi ve yerine geçmesini dilediğim yeni bir ontolojinin olanaklarını sorgulamak. Sözünü ettiğim proje, serinin ilk kitabı Naturans: Yeni bir Ontolojiye Doğru ile daha görünür oldu; haliyle bu ilk tanışmada kimi kavram, terim ve yaklaşımların okura tanıtılması gerekti. Sözgelimi, felsefede geleneksel ontoloji anlayışında saklı duran hiyerarşi, teleoloji, özcülük ve insanmerkezcilik gibi kabulleri göstermek ve bunların sonuçlarını değerlendirmek, bu kabullerin felsefeyi ontolojiden nasıl soğuttuğunu tartışmak, bir yandan da felsefenin metafizik durağanlığının ancak yeniden ve yeni bir ontolojik tavırla olanaklı olduğunu savunmak gerekiyordu. Naturans I, bu görece karmaşık argümanı serimlemek amacıyla yazıldı. Güç Ontolojisi adını verdiğim yeni düşünüş, gerçeklik hakkında yeni bir konuşma tarzı olmayı amaçlıyor. Bu yeni düşünüşte, “güç ifade etmek” merkezi bir öneme sahip. Etkide bulunma ve etkiye uğramanın karşılaşmalardaki anlamından daha fazlasına sahip değiliz, ama bu anlam da yeterince “gerçekçi”. Çünkü gerçeklik dediğimiz dışarısı olmayan içkinlik düzlemi, yalnızca karşılaşmalarda ortaya çıkan etkileşimlerle biçimleniyor ve bu etkileşimleri de eşzamanlı olarak biçimlendiriyor. Güç Ontolojisi bir şeyi “o” şey yapanın o şeye özgü bir öz olmadığını, karşılaşmalarda ifade ettiği güç olduğunu, dolayısıyla insanca bilinir olsun olmasın bir şeyin “ne”liğinin karşılaşmalarının tarafları tarafından sürekli yeniden tarif edildiğini ileri sürüyor. Kitabın ısrarla kullandığı “GVarsa” [Güçtendir ancak ve ancak Varsa] ifadesinin amacı bu ontolojik yanıtla yetinmenin önemiyle ilgili.
GA: Naturans I: Yeni Bir Ontolojiye Doğru, yalnızca içerik açısından değil, üslup açısından da “farklı” bir metin. Fragmanlar ile akademik metin iç içe. Bunun bir başka örneğini, büyük insan Uluğ Nutku şiir ile tarihi içe içe geçirerek Ur, Uruk, Urşu’da vermişti. Bu tercihinin özel bir nedeni var mı?
ÇB: Naturans I’in aklına Uluğ hocanın görkemli şiirini getirmesi onur verici. Ama benim yönelimim çok daha mütevazı: Ben fragmanların esin gücünün, açımlayıcı düzyazının dilini aştığını düşünüyorum. İlla şiirsellik yardımıyla değil; hatta bazen şiirsellik romantik bir çiftin dans ederek uçurumdan yuvarlanması anlamına da gelebilir. Nietzsche bunun farkındaydı. Fragmanların sezdirdikleri ile düzyazının açıkladığı asla tam olarak örtüşmez; ilki her zaman ikinciden taşar. Yani, sanılanın tersine “az” her zaman “çok”tur. Ne var ki, fragmanın adeta kendi üstüne düşünmesine eşlik eder gibi düzyazı da konuşmayı sürdürür. Bu düşünme olanaklı düşünmelerden yalnızca biridir. Her okur aslen fragmanların kendi üzerine düşünüşüne kendince tanıklık eder ve her birinin tanıklığı yeni düşünüşü çoğaltır. Naturans I, bu anlamda anlaşılması güç bir metin değil, gerçekliğe eşlik etme becerisi ölçüsünde (ve tam da bu nedenle) çetrefilliği doğal sayılması gereken bir metin. (Bu arada bu söyleşi vesilesiyle duyurmuş olayım: Fragmanlara olan düşkünlüğüm sürüyor. Çok yakında yalnızca İngilizcede 200’e yakın fragmandan oluşan Orange Fragments: To Read and Contemplate in a Sunny Day, TP London tarafından yayımlanacak.)
"GERÇEKLİĞİN NASIL BİR ŞEY OLDUĞUNU BİZE HEP BU TOTALİTER İNSAN
ANLATIP DURDU."
GA: Kitapta geliştirilmek istenen ontolojide yeni olan tam olarak nedir ve yeni bir ontolojiye niye gereksinim var?
ÇB: Sorunun ikinci kısmından başlamalıyım. Yeni bir ontolojiye gereksinim var, çünkü eskisine neredeyse müebbet hapis cezası vermekle kalmadık, alttan alta dünya görüşümüzü belirlemeye devam etmesine de kulak asmaz olduk. Böylece bir anlamda başımızı toprağa gömdük. Ben bunu kitapta “felsefenin hakikat fikrinden uzaklaşması” olarak nitelendirdim. “Ne vardır?” sorusu, inandırıldığımız türde bir insanı merkeze alarak “insan neye var der?” sorusuna indirgendi. İnandırıldığımız türde insan ise hiyerarşik ontolojilerin bir gereği olarak epeyce yükseltilen, Tanrısal bakış açısına sahip, özgür irade sahibi, kendine özgü bir “öz”ün ifadesi olarak özneleşen, ilerleyen, kendi ereğine sahip, sıklıkla beyaz ve eril, “ben merkezci” bir totaliter görünümüne kavuştu. Gerçekliğin nasıl bir şey olduğunu bize hep bu totaliter insan anlatıp durdu. Aslında 20. yüzyılın ortasına kadar bu insanın dayattığı ontolojik kapanışı deneyimledik. Ardından gelen ontoloji eleştirileri (aslında postmodernizm bundan ibaretti) hiç de hayırlara vesile olmayan (dünya savaşları, giderek artan doğal çevre istismarı, gelir adaletsizlikleri, organik ve inorganik dünyaya zulüm, cinsiyet eşitsizlikleri vb.) bu ontolojik totalitarizmi eleştirdi. Haklıydı da. Ne var ki, eleştiride doz aşımı oldu. Bu kez de nesnel gerçekliği daha az yanılgılı tanıma çabası da dahil olmak üzere hakikat fikrinden hepten uzaklaşıldı. “Neye göre, kime göre?” göreceliği öyle bir boyuta ulaştı ki nesnel gerçekliğin kendine içkin devinimini anlama çabalarının önü insan eliyle kesildi. Gerçekliği daha az yanılgılı kavrama “çabası” terk edildi. Felsefede gerçekçilik ideolojik kötü niyet kanıtı olarak okundu. Şimdilerde yeni gerçekçilerin, spekülatif gerçekçilerin, yeni materyalistlerin ya da eleştirel gerçekçilerin toparlanmasının ardında bu hazin tablo vardır. Dert açıktır: İnsanın da ifade ettiği güç ölçüsünde biçimlendirdiği ve biçimlendiği, dışarısı ya da ötesi olmayan “bir” ve “aynı” gerçekliğe daha az yanılgılı eşlik etmeye olanak verecek bir ontoloji neye benzerdi?
İşte sorunun ilk bölümü de bununla ilgili: Güç Ontolojisi, varlıkların her birine GVarsa diyerek etkide bulunma ve etkiye uğrama kapasitesi ölçüsünde nesnel gerçekliğin eşit sakinleri olarak düşünmeyi teklif ediyor. İnsana neyin “var ve gerçek” olduğuna ilişkin son sözü söyleme hakkını vermeyi reddediyor; var ve gerçek olmak insanın vereceği bir makam olmaktan çıkıyor, etkide bulunma ve etkiye uğrama gücü uyarınca karşılaştıklarını kendi varlığına ikna etmek, her GVarsa için bir performans sorununa/derecesine dönüşüyor.
GA: Önerdiğin Güç Ontolojisi, hem “perspektifsel” hem de “gerçekçi” olma savını taşıyor; oysa yaygın kanaate göre perspektifleri öncelediğin ölçüde gerçekçilikten uzaklaşırsın. Senin önerin bu güçlükle nasıl başa çıkıyor?
ÇB: Sorun çok önemli. Nietzsche’nin postmodern okumalarının neredeyse tamamının bir yanılgıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Buna kitapta epeyce yer vermiştim. Nietzsche hem “perspektifsel” hem de “gerçekçi” olunabileceğini, dahası bunun Güç Ontolojisi açısından yegâne yol olduğunu sezdiren bir düşünürdü. Konu neye “şey” deneceğiyle ilgili: Bir dönümlük bir bahçeye bir metreküp zirai ilaç sıktığını hayal et. Bu ifadede en azından iki adet “şey” var: Bir dönümlük bahçe ve bir metreküplük zirai ilaç. Bunlar GVarsa-İnsan’ın “şey” dediklerinden ikisi. Yani “ne”likleri, sınırları, etkileri sana göre büyük ölçüde belli iki şey. Oysa köklerini bahçe çitlerinin çok altından dışarı ya da dışarıdan içeri uzatmış bitkiler için sana göre “ne”liği belli bu bahçe hiç de o tür bir “şey” değil. Benzer biçimde, zirai ilacın “ne”liği de onunla karşılaşan irili ufaklı organik varlıkların her biri açısından karşılaşmanın yoğunluğuna göre farklı biçimde “şey"leştiriliyor. Bir başka deyişle, karşılaşanlar karşılaşmalardaki etkide bulunma ve etkiye uğrama güçleri ölçüsünde “şey”leşiyor, “var” ve “gerçek” oluyor ya da bu performansı gösteremedikleri ölçüde gerçekliğin içinde ve aracılığıyla var ve gerçek olmaktan çıkıyorlar.
Bu yaklaşım yalnızca perspektifsel değil gerçekçi de: Etkide bulunan-etkiye uğrayan ama var/gerçek olmayan ya da var/gerçek olan ama etkide bulunmayan-etkiye uğramayan bir şey gösterilmedikçe önerilen yaklaşımın gerçekçi olduğuna itiraz edilemez.
GA: Bir başka güçlük de epistemolojiyle ilgili: Önerdiğin Güç Ontolojisi bağlamında epistemolojiye son sözü söyleme hakkı verilmiyor, ama bir taraftan da epistemoloji hâlâ çok merkezi bir yer tutuyor. Bu bir çelişki değil mi?
ÇB: Bir önceki yanıttan devam edelim. Bir çelişki olabilmesi için ontoloji ve epistemolojinin birbirine indirgenmesi (özdeşlik) ve bunlardan birinin diğerini değillemesi (self-contradiction) gerekir. Güç Ontolojisi tam da bu hatadan uzak durmak istiyor. “Ne vardır?” sorusunun yegâne muhatabını insan olmaktan çıkarıyor, bu ontolojik sorunun yanıtının içkin gerçeklik düzlemindeki sonsuz karşılaşmalar ve etkileşimlere bağlı olarak her karşılaşmada sürekli yenileneceğini ileri sürüyor. Aslında her karşılaşmada karşılaşanlar ifade ettikleri güç ölçüsünde karşılaştıklarını kendi varoluşuna ikna ediyor, gerçek olduklarını, gerçekliği güçleri ölçüsünde eğip bükmeye muktedir olduklarını belli ediyor. Böylece “ontoloji”, tüm var ve gerçek olanların ortak performans düzlemine dönüşüyor ve düzlemin herhangi bir GVarsa tarafından bitimli tarifine olanak tanınmıyor.
Epistemoloji ise bu aşamada gündeme geliyor. Ontolojiyi bir kez bu yeni anlamıyla kavradığınızda, her GVarsa için karşılaşmaların taraflarını olabildiğince az yanılgılı tanıma çabası büyük önem kazanıyor. Bu çaba bütün GVarsa’lar için kendilerince farklı yollardan sürdürülüyor. Aynı çabaya GVarsa-İnsan’ın verdiği isim “epistemoloji”. Yani, sözgelimi bir küf mantarının bizce bilinir olan karşılaşmalarındaki taraflarını tanıma çabası kuşkusuz bizim bildiğimiz türden bir epistemoloji değil ama bizdeki epistemolojik soruşturma da, yani bilginin ne’liği ve güvenilirliği de küf mantarı açısından bambaşka biçimlerde yoklanıyor. O da aynı içkinlik düzleminde karşılaşmalara gerektirilmiş durumda ve karşılaşmalarının taraflarını daha az yanılgılı tanıdığı ölçüde varkalımını, dayanıklılığını ve eyleme gücünü artırıyor. Aslında bugün organik ile inorganik kavramları arasındaki fark da bu anlamda bir “eyleme gücü çeşitliliği” farkına dönüştü. İnorganik madde (kararlı yapılar) karşılaşmalarda organik madde kadar çok ve çeşitli etkileşim kapasitesi sergilemiyor ama aradaki fark hâlâ bir “derece farkı”.
Bu aşamada, Manuel de Landa’nın Deleuze’den esinlenerek önerdiği, benim de kendisinden esinlenerek geliştirmeye çalıştığım “virtüel” ve “aktüel” güçler ayrımı/bir aradalığı büyük önem kazanıyor. Bu öneri bizi tüm varlıkların (GVarsa) karşılaşmalarda sergileyeceği güçleri düşünme, anlama ve önyargısızca kavrama çabası üzerine. Herhangi bir karşılaşmada, bir GVarsa karşılaştığı başka bir GVarsa’nın o karşılaşmaya özgü “aktüel” güçlerinden haberdar oluyor. Ama her GVarsa’nın her zaman başka karşılaşmalarda aktüel olabilecek kimi “virtüel” güçleri olabileceğini de bilmek gerekiyor. Buradaki “virtüel” Aristotelesçi “potansiyel” değil, yani sabit bir özün kendinde sakladığı ve uygun koşullar gerçekleştiğinde er geç aktüel olacak bir güç değil. “Virtüel”, her bir GVarsa’nın içkin gerçeklik düzlemindeki karşılaşmalarında kendine ekleyebileceği, dönüştürebileceği, azalıp çoğalabilen bir kapasite. Aslında hem “aktüel” hem de “virtüel” kapasitenin tek belirleyicisi içkin gerçeklik düzlemindeki sonsuzca çeşitli/çeşitlenecek karşılaşmalar. Ne bir “öz” var ne de o öze özgü bir “erek”.
GA: Kitap büyük ölçüde yeni gerçekçi literatürle, spekülatif gerçekçilik, nesne-merkezci ontoloji, düz ontolojiler, yeni materyalizm gibi okullarla konuşmayı merkeze alıyor. Ama tümüyle Spinozacı bir yaklaşım olma iddiasını da ısrarla korumak istiyor. Spinoza bir “monist”, yeni gerçekçiliğin tüm filozoflarıysa metafizik anlamda “pluralist” gibi görünüyor. Özetle, Spinoza’nın yeni gerçekçi felsefeye kaynaklık edebilirliğini nasıl temellendiriyorsun?
ÇB: Deleuze’ün “monizm=pluralism” denklemini gözden kaçırmamak gerekiyor. Spinoza’da “töz” dikkatle incelenirse “natura naturans”ın bir kap, “natura naturata”nın da kabın içindekiler olmadığı görülür. Deleuze yukarıdaki denklemi bu bağlamda yazmıştı. Spinoza bizden önce kendisi var olan, sonra da kendisinden varlık türeten aşkın bir töz düşünmemizi istemiyor. Onun bizi davet ettiği düşünce çok daha zorlu bir düşünce: Töz, gerçekliğin devinim tarzı, eyleme tavrı, farklılaştırıcı (differentiating), çoğaltıcı, “yeni”yi olanaklı kılan bir güç ifadesi. Böyle düşünüldüğünde teklik-çokluk ayrımının bir anlamı kalmıyor. Deleuze’ün eşitliğini uzatarak döngüsel bir eşitliğe dönüştürmemiz gerekiyor: töz=gerçeklik=güç-ifade-etmeklik= different(c)iation.
GA: Naturans II: Yeni Etik Politik, ilk kitapta geliştirilen ontolojik tavrın gerektirdiği bir etik-politik farkındalığı soruşturmayı amaçlamış gibi görünüyor. Bu okumaya katılıyor musun?
ÇB: Tümüyle katılıyorum. Naturans II, basitçe şunu soruyor: “Bu ahval ve şerait içinde ne yapmalı, nasıl yaşamalı, nasıl ‘bir arada’ yaşamalıyız?” Güç Ontolojisi’nin ifade ettiği türde, dışarısı olmayan, tüm GVarsa’ların paylaştığı bir ve aynı içkinlik düzleminde, tüm GVarsa’ların biçimlendirdiği ve kendilerini de biçimlendiren “gerçeklik” fikrini benimsersek, GVarsa-İnsan olarak bu düşünceyle ne yapabiliriz?
Bu temel soruya yanıt aramaya başlamadan önce içinde bulunduğumuz durumu serimlemek istedim. Her açıdan berbat bir durum! Aşkıncı, insanmerkezci, hiyerarşik, kozmik anlamda erekselci, özcü ve idealist anlamda antigerçekçi yerleşik düşünce imgemizin (Deleuze’ün dogmatic image of thought dediği türden) hem “nasıl yaşamalıyım?” biçimindeki etik sorun hem de “bir arada nasıl yaşayabiliriz?” biçimindeki politik sorun açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını göstermek istedim. Bireysel ve toplumsal ölçekte gerçekliğe (Güç Ontolojisi’nin dile getirdiği türde gerçekliğe) eşlik etme becerimizi büyük ölçüde yitirdiğimizi, bunun gerisinde felsefi, metafizik, etik ve politik yanılgılarımızın bulunduğunu savundum.
Kitabın sonraki bölümleri, daha az yanılgılı bir dünya görüşünün olanağını sorgulamaya ve bu olanağı gerçekleştirilebilir kılmaya direnen yerleşik etik-politik kabulleri, kural ve kurumları eleştirmeye ayrıldı. Özetle, en temelde “birey” diye ifade ettiğimiz şeyin hiç de sandığımız gibi olmadığını, buna bağlı olarak “öz”, “özne”, “öznellik”, “öznenin arzuları”, bu arzuların temsili ve politik sonuçlarının da bizden inanmamızın istendiği gibi olmak zorunda olmadığını göstermeye çalıştım.
"NEOLİBERALİZM, İNSANIN KENDİ RIZASIYLA ESARETİNİN NEŞELİ KABULÜDÜR."
GA: “Yeni” sözcüğü bu kitapta da başlığın unsurlarından biri: Bu etik ve politikada yeni olan nedir?
ÇB: Bu soru çok önemli ve korkarım burada özetlemek yalnızca zor değil yararsız da… Anlamayı daha da güçleştirmekten korkarım. Bunun yerine, okura kitabın 1.2. bölümünü (Yeni Etiğin İçkinci Karakteri) okumasını öneriyorum.
GA: Naturans II'nin özellikle “kapitalizm” eleştirisi ilgimi çekti. Kitap zor ama umutlu bir yoldan söz ediyor. Bu yol ne ölçüde zor ve ne ölçüde umutlu?
ÇB: Çok zor ve aynı ölçüde de umutlu. Kapitalizm ve şimdilerde neoliberalizm uygarlığımızın evreleri arasında sıradan bir evre değil. Spinoza’nın pusulası saydığım ve her GVarsa’nın var kalma/eyleme gücünü ifade eden “conatus’a dayalı arzu” sanıyorum tüm tarihimiz boyunca hiç olmadığı kadar sermayenin arzusu uyarınca üretilen, yeniden üretilen ve sürekli yenilenen sözde öznel arzular tarafından baskılanıyor. Tümüyle hileli bir kurgunun eseri olan özne, kendi öznel arzusuyla özgürlüğünden ve eyleme gücünden koparılmış durumda. Öznel arzularımız gerçekleştiği ölçüde edilgen, tutuk ve tutuklu kalışımız sürüyor. Neoliberalizm, insanın kendi rızasıyla esaretinin neşeli kabulüdür. Zorluk da bununla ilgili. En şık giysilerini giyip en pahalı parfümünü sıkarak sermayenin arzusunun gereğini yapmak üzere on saatini geçireceği plazadaki ofisine şen şakrak giden özne, öznel arzusunu gerçekleştiriyor. Aynı derecede dakik “call center” işçisi de tam zamanında kovanına yetişiyor, yorgun, mutsuz, tatminsiz… Ama o da aynı ölçüde öznel arzusuyla eyliyor! Hiçbirimiz sözde öznelliklerimizin altındaki arzuların sahiden bize ait olup olmadığını sormuyoruz. Acaba her birimizle başka ne olanaklıydı? Plazadaki insan kaynakları asistanı neden bir telli bir de nefesli enstrüman çalmıyor? Neden hiç heykel yapmadı? Neden karınca kolonilerinin yeraltı mimarisi üzerine makalesi yok? Ya da çağrı merkezindeki arkadaşımızı düşünelim: Tango öğrenmeye ne zaman vakti olacak? Ne zaman lavantayı damıtarak esansını alıp kendi parfümünü yapacak? Eski bisikletini tümüyle ilk günkü gibi yapacak ölçüde tamir sanatında ne zaman ustalaşacak?
Özetle, sözde öznel arzularımızın peşinde tam olarak ne zaman etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliğimizi artırarak eyleme gücümüzü çoğaltmayı başaracağız?
Kapitalizm bu soruların tamamına yüksek sesle “hiçbir zaman” ya da “zengin olduğun zaman” diyor. Bu sorulardaki etkinliklerin aslında hiçbirinin parayla ilgili olmadığını çoktan unutan özneler, öznel yargılarıyla kapitalizmi onaylıyor ve “herkes aylaklık yaparsa dünyanın hali ne olur?” diyor. Aylak bir üretkenliğin cennet yaratacağını, esaret altında bir üretim hırsının ise milyarlarca insan, hayvan, bitki ve biyosfer için dünyada cehennemi çoktan yarattığını unutmuş haldeyiz. Çünkü sermaye bunu anımsamamızı engellemek üzere her çareye başvuruyor. Sermayenin arzusu öznelliklerimizin içine Truva atı gibi yerleşmiş ve tam zamanında öznel arzularımızı tam da bize karşı seferber ediyor.
İşte bunlar işin zor yanı! Ne var ki, umutsuzluk için yeterli değil. Güç Ontolojisi hem her bir tekil GVarsa’nın hem de GVarsa birleşmelerinin karşılaşma, etkileşim ve eyleme güçlerinden sonsuza kadar koparılamayacağını ortaya koyuyor. Güçten mamül bir GVarsa ya da Birleşik-GVarsa er geç ya da zaman zaman conatus’a dayalı arzusuna dönüyor, karşılaşmalar asla engellenemiyor ve kendilerini sınırları (özleri), kapasiteleri belirli donuk özneler olarak algılamaktan uzaklaşarak kimliklerinin eyleme güçleri uyarınca sürekli yeniden biçimlendiğini kavrıyorlar. “Ben, belli bir etkide bulunma ve etkilenme gücünün şimdiki kapasitesiyim ve bu kapasite sürekli bir dönüşüme muktedir.”
Naturans II, bu anlamda mikropolitikayı çok daha geniş bir toplumsal ölçekte makropolitikayla bir arada düşünüyor. Güç Ontolojisi’nin temel ifadelerini anlamlı bulanları Agonistik Demokratik Sosyalizm (ADS) fikrini değerlendirme çağırıyor ve hegemonik olmayan yeni bir GVarsa birleşmesini (GVarsa-ADS) teklif ediyor.
GA: Naturans serisinin bir üçleme olmasını planlamıştın; bu planda ısrar ediyorsan üçüncü kitabın üstüne düşen görev ne olacak?
ÇB: Evet, bir üçleme planladım. Bunun temel sebebi “Naturans” üst başlığıyla başladığım bu dosyanın ucu açık bir araştırma programı olmasıdır. Beni epeyce aşan bir program. Okurlarıma, meslektaşlarıma, farklı disiplinlerden entelektüellere gereksinim duyuyorum. Naturans III’ün şu anda yalnızca adı belli: Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam. Ama bunda bile ısrarlı değilim. Dediğim gibi, açık uçlu bir araştırma programında araştırma, okuma, düşünme ve tartışmanın sizi nereye götüreceği asla baştan belli değildir. Ben bu söyleşide açıklamaya çalıştığım esini önemsiyor ve ısrarla takip etmeye çalışıyorum.
**
Çetin Balanuye
Akdeniz Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesidir. Lisans derecesini ODTÜ’den, Psikolojik Danışmanlık alanında aldı. İki ayrı yüksek lisans derecesine sahip olan Balanuye, bu çalışmalardan ilkini ODTÜ’de eğitim sosyolojisi alanında, diğerini Londra Üniversitesi’nde eğitim felsefesi alanında tamamladı. Doktora derecesini ODTÜ Felsefe Bölümü’nden aldı. Felsefede özellikle “içkinlik” düşüncesi çerçevesinde Spinoza-Nietzsche-Deleuze ile gelişen minör bir geleneğe odaklanan akademik ve popüler çok sayıda yayımlanmış çalışması da olan Balanuye, Ethico-political Acts of Desire [Arzunun Etik-Politik Edimleri] ve Spinoza: Bir Hakikat İfadesi başlıklı kitapların yazarıdır. 2017’de yayımlanan Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?: Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif adlı kitabı ise alanında en çok ilgi gören kitaplardan biri olmuştur.
Güçlü Ateşoğlu
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Felsefe Bölümü öğretim üyesidir ve Ayrıntı Yayınları ile Say Yayınları felsefe dizisi editörüdür.
Bình luận